2 Ekim 2011 Pazar

Ugur / Selanik-İpsala ve SON

Akşamüstü Yunanistan’ dayız.  Kısa bir yolalışın ardından da Selanik.

            Denize girmek ve duş alabilmek için kamp yeri bakmayı kararlaştırdık. Şehrin dışına çıkıyoruz orada da ne yazık ki bulamadık. Bulduğumuz yerler ya sezon itibari ile kapalı yada tamamen kapanmış oluyor. Biz de daha fazla yorulmamak ve zaman kaybetmemek için Bu sefer de hotel yada oda kiralamayı düşünüyoruz. Hesaplı bir şekilde 2 oda kiraladık birinde Olcay diğerinde ikimiz kaldık. Basit bir akşam yemeğinin ardından odalara çekildi herkes.
Gece deniz pek hoşuma gitmediği daha doğrusu temiz bulmadığım için denize girmekten vazgeçtim. Sabah olunca Bahti ile Olcay şanslarını denediler ama denizin dalgalı ve bulanık oluşu onları da vazgeçirdi. Çıkışın ardından önce şehre inildi. Siyah-beyaz renklere sevdalı dostumuz ‘’ Paçacı Kriyakos ‘’ un dükkanına uğruyor ve midemizi karışık bol sirke ve sarımsaklı sakatat çorbası ile  şenlendiriyoruz. (Ağzımın suyu her aklıma geldikçe sulanıyor)
Ardından yola koyulduk hurdacı aramak için. Bulduğumuz eleman ile anlaşılamadı. Kaldı ki bir iki parça bişey alınacaktı ama fahiş fiyatları yüzünden eli sıkılıp ayrılındı. İlk durak Kavala. Bu arada, yolda Frappe içmek için kendisiyle konuştuğum kadının niye bana Yok, Bahti’ye Var dediğini anlamakta zorlanıyorum...!!!   Kavala’nın ardından Alexandropoli... Burada Olcayla ben inip nefis deniz ürünlerini, yunan salatası ve kabak kızartması eşliğinde silip süpürüyoruz. Ve son dönemeç: 22.30 sularında İpsala’dan giriş.       

              Tam tahmin ettiğimiz ve planladığımız gibi 15 günde tur tamamlanıyor. Yorgun ama bir o kadar mutluyuz yollarda olmanın, vakit geçirmenin, izler sürüp yeni yerler görmenin ve insanlar tanımanın verdiği  birikim ile biraz daha göz ve gönlümüzün açıldığını hissediyoruz. Mamafih küçük sıkıntılar, stresler olmadı değil bu yaşanan onca süre içinde, bu bir YOL hikayesi olduğuna göre olması gerekirdi zaten. Geriye hatırlanacak olan cepleri silkelediğimizede dökülecek olan güzel anılar ve birçok kişinin kolay kolay gerçekleştiremeyeceği bir ‘’Çılgınlık’’ kalacak.

Teşekkürler:
                       Bizi sorunsuz getirip götüren 1969 model İhtiyar’a...
                       Bizi gördüklerinde gülümseyip, el sallayıp, fotoğrafımızı çeken aracı ne olursa olsun yolda bizi sollayan insanlara...
                        Yolda bizlere eşlik eden bisiklet sürücülerine...
                        Tanıştığımız ve tanıdığımız yeni dostlarımıza...
                        İstanbul Arzu Oto’nun mükemmel dost ekibine ve Ankara Hüseyin Usta’ya...
                        Desteğini eksik etmeyen ailelerimize ve arkadaşlarımıza...
                        Yolda bizlere eşilk eden yüzlerce müzisyene ama yerine göre cuk diye oturan özellikle Rashit, Kudret Kurtcebe, Gökalp Baykal, Gökhan Semiz ,Mansur Ark, Barış Manço’ya , Amy (RIP), 16 Horsepower, Dylan, Johnny Cash, John Denver, Rammstein, Skyclad, Grand Magus, Onkel Tom, Quilapayun ve  İnti İllimani ‘ye...
                        ESAS olarak da bu kaçamağı birlikte yaptığımız ve kendi adıma onlarla bu yola düşmüş olmaktan mutluluk duyduğum dostlarım YolDAŞ larım hayali, ekmeği, suyu, birayı paylaştığım Bahiyar ve Olcay’ a ve bu şansı bizlere sunan Hayat'a              
                                                                                    TEŞEKKÜRLER....
                       
               
                        
                        
        

Ugur / Pardubice-Viyana-Sırbistan

               Prag’dan öğleden sonra 15.00 gibi ayrılıp, Bahtiyar’ın Erasmus programı ile 6 ay eğitim alıp yaşadığı Pardubice’ ye doğru yol alıyoruz. Birkaç saat sonra kasabadayız. İlk göze çarpan, insanların forma ve atkılarını üzerlerine geçirip buz hokeyi maçına gruplar halinde gidişleri oluyor.
Önce üniversiteye uğranıyor. Bahtiyar’ı burada fotoğrafladıktan sonra şehirde biraz tur attıktan sonra  Tesco alışveriş merkezinden bişeyler alıyoruz. Burada kendimi ‘’ Lost in Translation ‘’ daki Bill Murray kafası olarak addediyorum. İngilizce bilmeyen ve matematik hesabı yapamayan kasiyerlerle uğraşmak zorluyor beni. En son olarak da Bahti’nin methettiği pizzacıya uğruyoruz aç karınlarımızı doyurmaya. Gerçekten çok lezzetli 65 cm çapında pizzaları kıvırıyoruz. İnternet bağlantısı benim için sorun oluyor bir türlü bağlanamıyorum. Bosnalı olan sahibi benim için çok uğraşıyor ama nafile. Ben de garsondan rica edip yan kafenin şifresini öğrenmesini istiyorum. Bu işi çözüyoruz. Yaklaşık 2.5 saat kadar burada oyalanıyoruz. Çıkmadan Olcay’ın arkadaşı Mine’ ye küçük bir sürpriz yolluyoruz uzaklardan.
            Yoldayız...
Navigator bizimle dalga geçmeye devam ediyor. Önce 20 km kadar götürüp ardından yine Pardubice yoluna sokuyor bizi. Biz de bu davranış karşısında kendisini kısa süreliğine kapatıp tabelalardan  ve elimizdeki haritadan ilerlemeye başlıyoruz. Başta zorlansak da sonra işler rayına giriyor. İlerleyen saatlere kadar yol almaya devam ediyoruz. Orkun ile haberleşmiş idik. navigatör’e rağmen ( bu arada Bahti kendisine yine bir şiir düzdü ) 03.00 gibi Viyana’ya ulaşabildik. Birkaç gün sonra tekrar duş almak gevşetiyor bizleri. Musluk ayarlarını bilemediğimden direkt Alplerden gelen ve içilebilen ‘’ Demir ‘’ gibi su eşkimi açıyor başta. Muhabbet-hoş-beş derken 06.00 gibi yatıp 09.00 da uaynıyoruz. Karavanın yanına gidip bu sefer de Orkan için uzaklardan bir sürpriz yolluyoruz.
Sanırsam 16. Bölge. Türk mahallesi. Kahvaltı için oraya gitmeyi teklif ediyor Orkun. ‘’ Börek ’’ deyince tav oluyoruz. Karavanı gören birçok gurbetçi yanımıza gelip fotoğraf çektiriyor... İçlerinden bir tanesi ‘’ Fotoğraf çekelim de biraz gururlanalım ‘’ diyor. Neye gururlanacağını anlamıyoruz ama ??!!  Kahvaltı ertesi kısa bir mahalle turunun akabinde *Ring’ de kısa bir tura çıkıyoruz (* şehri çevreleyen ilk sur dizisi ) park sonrası ilk köşeyi döndüğümüzde büyük bir oyuncakçı görüyoruz. Tahta-metal oyuncaklardan yüzlerce Euroluk Tren setlerine kadar oldukça zengin bir yer burası. Kendimize çok güzel maketler bulup aldıktan sonra geziye devam ediliyor. Bu arada AVD ve anti-End den dostumuz Berk ile karşılaştık. Dünya küçük zira. Kısa bir sohbet ettik ve vedalaştık. Fotoğraf çekimi ve kahve molasının ardından Orkun’ la vedalaşıp  Viyana’dan voltamızı alıyoruz.
                Haritayı tekrar açıp güzergahı kontrol etmeye başlıyoruz. Özellikle Olcay, Sırbistana girmekte imtina ediyor. Benzer şeyleri Romanya ve Bulgaristan için duyduğunu biliyorum ( Ben o kadar karamsar değilim, gündüz alınan yolda bu derece sıkıntı olacağını düşünmüyorum ). Tekrar yapılan hesaplamalardan sonra Hırvatistan rotasını iptal edip, durmamacasına Sırbistan’ı geçip Makedonya üstünden Yunanistan’a ulaşmayı hedefliyoruz. 
Gece 03.00 gibi Sırbistan’dayız. 05.00  Belgrad. Bahtiyar arkada, Olcay yan koltukta kestiriyor. Yollar oldukça ıssız ve karanlık. Sabah 08.00 gibi Bahtiye veriyorum direksiyonu uykusuzluğa daha fazla direnç göstermeden.
 Öğle saatlerinde sınırı geçiyoruz ve Makedonya’dayız...
Bana kalırsa yolculuğun en silik saatleri. Bir umutla ‘’ Tarih fotoğraflamak ‘’ üzere bu ülkeye giriyoruz. Ama öyle birşey yok. Biraz dağ tepe biraz da özel bir firmanın Tayyip Erdoğan için yaptırdığı billboardları fotoğraflayabiliyoruz ancak. Biraz alışverişin ardından yola devam kararı alıyoruz. Bu ülkeye bir yatırımı olduğu anlaşılıyor Türkiye’nin. Oldukça fazla firma nereye baksan gözüne çarpıyor. Eklemeden geçemeyeceğim: Bahti heralde direksiyonda kalma rekorunu kırdı bu gün içinde...
Akşamüstü Yunanistan...
 

olcay / 30 eylül

Deniz kıyısı bir kasabada olduğumuzdan bunu sabah erken değerlendirmek istiyorum ama deniz kıyısı çok üşütecek derecede serin. Deniz sabah erken olmasına rağmen dalgadan bulanmış. Bu hava hevesimi kaçırıyor. Bugün songünümüz. Toparlanıp Selanik' e doğru alışveriş ve yemek için yol çıkıyruz. Yarım saat içinde merkezdeyiz ve tüm gezimiz boyunca bize sıkıntı yaratan otoparkı son kez arıyoruz. Uğur ve ben soluğu hemen çorbacıda alıyoruz. Adam şaşkın, birer tabak karışık muteşem paça işkembe çorbasını indiriyoruz. Resim de çekildikten sonra, Bahtiyar' ın oturduğu restorana gidip, Bahtiyar'ın yediğinden biz de söylüyoruz kendimize. Geziden önce bıraktığım diyet arası bölümümün bugün son günü. Dolayısıyla İstanbul' a varmadan da tadacam çok şey var önümde. İstanbul' a 7-8 saatlik yolumuz var ama aracımız için yolda bulacağımız hurcacılara da uğramak istiyoruz. Bunun için otoyoldan çıkıp kasabalardan ilerlememiz gerekiyor. Vakit kaybediyoruz ama gezimiz boyunca hep konuştuğumuz hayal ettiğimiz ne parçacıları görebildik ne de hurdacılara rastlayabildik. Bahtiyar bu durumdan oldukça sıkılmış durumda, benim çokta kaygım yok. Uğur ve ben önce kasabalar arasında ilerlerken, Bahtiyar bilgisarlara, fotograf makineleri ve kameradaki resim ve görüntüleri aktarmaya çalışıyor. Yol üzerinde bulduğumuz tek hurdacıya giriyoruz. Sahibi yok ama yan komşusu bizi hurdacıyla buluşturuyor kısa sürede. Bahçede 20-25 yıldır yatan T2b panelvan var. İstediğimiz parçaları söylüyoruz. Adam bizimkileri aratmayacak derecede çakalın teki çıktı. 3-4 parçaya 200 eur istiyor. Yok klasik araba, yok ebay de ilan versem palavlarına ve yaptığı 50 eur'luk indirime tutumu yüzünden vaz geçiyoruz. Bahtiyar varelim diyor ama adamın tavrı benim en uyuz olduğum durumlardan biri. Arabamıza binip yolumuza devam ediyoruz. Selanik'ten sonra ara yollara girdiğimizden çok vakit kaybettik. Aleksandropoli' ye vardığımızda gece olmuştu bile. Geçen yıl buraya geldiğimizde uğradığımız tavernayı aradım fakat kapalıydı. Yakın yerdeki başka bir restorana otoruyoruz. Bahtiyar arabanın içinde bilgisayar başında. Uğur'la birlikte son yemeğimizi keyifle birlikte bitiriyoruz. Sınıra yaklaştıkça artık gezimizinde sona yaklaştığı belli oluyor. Yunan tarafındaki mağazadan yüklüce alışverişten sonra biraz sıkıntığı Türk gümrüğüne yaklaşıyoruz. Neden korkuyorsak artık, 2-3 şişe fazladan alkollü içeceğimiz var sadece. Son konturol noktasındaki memur işini yaparken 2 kişi veteriner olduklarını ve bir aracın kendilerini Yunan tarafında beklediğini söylüyorlar. Bu karambolde memur prosedürü anlatmaya çalışırken bizide aradan çıkarıp gönderiyor. Bu kapı artık son durağımızdı. Hava serin ve evlerimize artık Birkaç saatlik yolumuz var. Çok yorgun ama mutluyum.

Bu kadar kısa zamanda 12 ülkeyi geçmek, Vatikan' ı da sayarsanız 13 ülke eder, her zaman imrendiğim yapmak isteğim birşeydi. Aslında kendi ülkemde yabancıları gördükçe içten içe kıskandığım, kendi kendime onlar yapabiliyorlarsa ben neden bunu beceremeyim dediğimi kısmende olsa gerçekleştirmiş durumdayım. Diğer taraftandan daha başlarda bu planımızı paylaştığımız insanlarda kuşku içindeydiler. Sanırım çoğu içlerinden, sersemlere bak hem vakitleri az hemde kullandıkları araç 40 yaşında bir külüstür dediklerine eminim. Evet, şimdi 40 küsür yaşında bir araçla 15 günde avrupaya gidip gelmiş bir sersemim. Sakın hiç kimse yakınlarda bir yere geziye giderken bir şey demesin, çok fena ukalalık yaparım. Artık domestik geziler beni hiç tatmin etmez.

olcay / 29 eylül


Sabaha doğru ilk önce direksiyona Uğur sonrasında Bahtiyar geçiyor. 8:30 gibi hem biraz dinlenmek hemde 2. bakımızı yapmak için bensin istasyonun duruyoruz. Kısa süre de sübap ve avans ayarlarını halleden Bahtiyar yine direksiyona geçiyor. Gündüz de Sırbistan' da yolmak çok enteresan değil. Yol üstü pek orman yok, yerleişm yerleride yeni olduğundan bizdeki gibi dışı tuğla kalmış sıvasız evler, binalar çok fazla. Otoyol Sırbistan'da da paralı, 3.50 euro, 11euro, 2 euro birkeç sefer alıyorlar. Otoyol sonrasında Makedonya' ya kadar yaklaşık 170 km'lik gidiş geliş yol var. Kötü bir yol değil fakat yerel trafik olduğundan pek hızlı olmuyor. Hava da artık iyice ısınmaya başladı. Yunanistan' a yaklaştığımızdan sabah şortlarımızı giydik bile. Üsküp'teyiz, sanki ülke akp tarafından ele geçirilmiş gibi; Hoş geldin başbakanımız billboardlarından, acıbadem, medikalpark, tav .. vs vs reklam tabelalarına kadar pek çok türk firması var. Şehirde bir kısım insanların kullandıkları araçlar yeni fakat yaşam hala eski. Öğleden sonra sıcak havada Selanik' e doğru tekrar yola koyuluyoruz. Sınır kapısından hemen önce Hürriyet oteli ve büyük bir kumarhane ilgimizi çekiyor. Akşam üzerine doğru Yunanistan sınırından da çok rahat geçiyoruz. Sınır bölgesi Yunan tarafında yolda gördüğümüz kumarhanenin lüks minibüsleride bekliyorlar. Viyana'dan çıktığımızdan beri doğru düzgün hiç durmadık ve artık Selanik'e yaklaştıkça yorgunluğun etkisi görlüyor. Artık Türkiye' saatindeyiz, Yunanlılar karanlık daha gelmeden önce çekilmişler. Ucuz bir marketten akşam için Birkaç yiyeek Bir şey aldıktan sonra Selanik merkezine doğru trafikte ilerliyoruz. 2 gündür aklımızda olan Paok taraftarı çorbacıya uğramak için sanırım arık geç oldu. Yaklaşık 1300 km'dir yolda olduğumuzdan artık bir an önce dinlenebileceğimiz en azından karavan kamping bulmamız gerekiyor. Artık yaz sezonu da bittiğinden, Selanik çevresindeki yazlık mekanlarda artık kapanmış durumdalar. Bir saatten faz arayıştan sonra kasaba içinde uygun fiyatlı temiz bir yer buluyoruz kendimize. Marketten aldıklarımızla hem biraz atıştırıyoruz hem de bir iki duble yanımızda taşıdığımız rakıdan içiyoruz hep birlikte. Artık günü yatakta kapamak istiyorum.

olcay / 28 eylül


Ve Viyana. Geceyi bu sefer ben karavanda geçirdim. Çocuklar Orkun' un evindeler. Toparlanıp hep birlikte merkeze doğru gidiyoruz. Kahvaltı etmemiz lazım. Özlemişizdir diye Orkun bizi Türk börekçisine götürüyor. Mecburen yiyoruz, bence vasat. Austurya malzemeleriyle su böreği çok bayağı. Bu arada günlerdi geçtiğimiz kentlerde kendim için berber bakıyorum. Bugün şansıma yan dükkan Türk berberi. Hemen girip kısa sürede saç sakal traşı oluyorum, çocuklar çevrede dolaşırken. Orkun' da uzun zamandır kent merkezine gitmediğini belitiyor gezeken. Haftaya sınavları varmış onada iyi gelecek dolaşmak. Viyana sokaklarında şoförlüğümüzü Orkun yapıyor. Ağzı kulaklarında, çünkü daha önce Viyana' da hiç vosvos kullanmamış. Yolda yine ilgi odağıyız, özellikle Türkler selam vermeden geçmiyorlar. İyi yolculuklar dilecen de çok. Orkun, şehirdeki önemli merkez ve yapıların bulunduğu yollarda bir tur attırdıktan sonra dolaşmak için park ediyor. Dolaşırken yine bu şehirde öğrenci arkadaşımız Berk' e tasadüfen rastlıyoruz. İşinden dönüyor, yorgun üstüne de sınavı varmış. Ayak üstü biraz lafladıktan sonra aracımızı bıraktığımız yere doğru yürüyoruz. Artık vaktimiz iyice daraldı, cuma günü İstanbul'da olmamız gerekiyor. Önümüzde daha Macaristan, Sırbistan, Makedonya ve Yunanistan var. Yaptığımız hesaba göre daha yaklaşım 2200 km yolumuz var. Budapeşte'ye vardığımızda akşam vakti. Bahtiyar üniversite arkadaşı Cihan'la haberleşiyor. Bu arada bu ülkede schengen ülkesi ama bunlarda ortak para birimine geçmemişler. 50 euro bozduruyoruz. Birşeyler yememiz gerekli, bu akşamda menümüz malum fastfoodçulardan biri Malesef. Budapeşte, gece muhteşem görünüyor. Nehrin her iki yakasındaki manzara ne Prag ne de Viyana'da yok. Ara sokaklar yine kasvetli, bir kısmı boş kullanılmayan binalar. Cihan'la buluştuğumuz sokaktaki bir binadan arya sesleri geliyor fakan şarkı bitince adam oradakiler bağırıyor. Hiç anlamıyoruz ama sanki azarlıyor oradakileri. Cihan' da birkaç ay öncesinle Budapeşte'te gelmiş Erasmus öğrenci. Bahtiyar' ı görünce sarılıp gözleri yaşarıyor. Son 2-3 saattir sinyal kolumuz da sorun var. Ne sola nesde sağa çalışıyor. Mekanik sorun. Durduğumuz yerde hem Cihan'la ayaküstü sohbet ediyoruz hemde bir yandan da Bahtiyar sinyal kolunu dağıtmış toplamaya çalışıyor. Mühim bir şey değilmiş. Kısa sürede sorunu halledip, yerine montajını yapıyor. Artık trafikte bizi sıkıntıya sokmayacak. Cihan ve Bahtiyar'ın resmini çektikten sonra vedalaşıp tekrar yola koyuluyoruz.Uzunca bir süre ben kullanacağım. Bahtiyar uyumak için arkaya geçti hatta rahat etmek için yatağı bile açtı. Önümüzde beni endişeye ve sıkıntıya sokan Sırbistan var. Aklımda çeşitli forumlarda hala bu ülkenin pek güvenli olmadığına dair okuduğum yazılar var. Ve biz Sırbistan' ı gece geçeceğiz Ayakkabılarım ayaklarımı çok sıktı. Kalabalık bir benzin istasyonu arıyorum ama bizi pek çok yerde sıkıntıya sokan navigasyonumuz bizi yine yoldan çıkarıp anlamsızca yeniden otoyola sokuyor. Yarım saatimiz boşa gitti resmen. Otoyola girince ilk benzin istasyonuna girip park ediyorum. Biraz dinlenmek için ayakkabılarımı da çıkarıp biraz uyumaya çalışıyorum. Dışarısı oldukça serin. Biraz şekerleme yapmak iyi geliyor ve devam ediyoruz. Macaristan çıkışındaki gümrük görevlisi oldukça sevimsiz, küçükcük kulübede 2 erkek memur daha var. pasaportlarımızın yanında ruhsatı da istiyor. Sırbistan gümrüğüne sıkılarak giriyoruz ama hiç sorusuz sualsiz ülkeye giriyoruz. Yol karanlık, Sırbistan' ı bir çırpıda geçip Makedonya' da kalmayı daha güvenli buluyoruz. Sonrası çok kolay, Yunanistan artık bildik yer.

olcay / 27 eylül

Her vosvosçunun rüyası Wolfsburg' u geride bırakırken, nasılsa daha sonra da gelebilirim diyerek kendimi avutuyorum. Sabah saatlerinde Prag' a giriyoruz. Bahtiyar, daha öncesinde Erasmus öğrencisi olduğundan Prag'ı iyi biliyor. Karavanımızı park edip, erken saatte dolaşmaya başlıyoruz. Bu kentte de sokaklar paralı maalesef. Artık Avrupa Birliği ülkesi olmalarına rağmen hala ortak para birimine geçememişler. Bunu en iyi kullananlar uyanık döviz büroları. Oldukça fahişi fiyatlardan döviz bozarak para kazanmaya çalışıyorlar sefil turistler üzerinde. Kentin yapısı ve çevresi itibariyle ağır bir havası var. Sabah hava güzel ama benim pek hoşuma gitmiyor bu kadar kasvetli hava ve dingin çevre. Bir meydanda kahvaltı için otoruyoruz, karşımızda astrolojik astronomik enerjisiz çalışan çok eski saat kulesi var ama kahvaltı diye getirdikleri çok vasat. Saat başı insanlar kule altında toplanmışlar saatin çalmasını bekliyorlar. Çaldığında hareket eden kuklaları ve kulenin gezilen kısmında 4 bir yana borazan çalan görevliler var. Sonrasın kende hakim tepede bulunan götik mimarili kaleye çıkıyoruz. Çıkışı yormuyor, çevrede kafeler ve hemen hepsinde aynı şeyler satılan hediyelik eşya dükkanları var. Bunlarda şehir isinlli çantalardan var, aynı model, aynı renkler; 1-2 saat içinde tekrar yola koyuluyoruz. Bahtiyarın üniversite öğrencisi olduğu Pardubice kenti yolu şehirden sonra keyfimi yerine getiriyor. Hava çok güzel, geçtiğimiz yeşil alanlar, ormanlar ve köyler daha güzel..Parubice' ye vardığımızda, Bahtiyar oldukça heyecanlandı. Burası üniverisite kampüsü, burası kaldığım yurt, şurası gittiğimiz bar restoran derken, neredeyse hepsinin önünde resimlerini çektik Bahtiyarın. Sonra arabayı bırakıp alışverişe çıkmak istedik. Çünkü bu kentten almak istediğimiz bir çeişt votka ve yüksek alkollü bir likor var. Büyük bir markette istediklerimiz hemen bulmak vaktimizide arttırıyor. Artık akşam olduğundan, biraz dinlenmek ve internet için gğzel bir meydanda bulunan pizza restoranına gidiyoruz. Bahtiyar buranında müdavimiymiş öğrenci olduğu zamanlarda. 60' ar santimlik 3 farklı çeşit pizza siparişi veriyoruz. Yanında da hep filmlerde görmüğümüz ünlü çek birası Budwiser var. Hem internetimiz var hem de keyfimiz. Facebook sayfamızda bizi başından beri takip eden çocukluk arkadaşım Mine, şu günlerde gördüğü tedavide bizden aldığı enerjiden bahsediyor. Bizde bulunduğumuz meydandan Mine'ye kçük bir resimle tüm enerjimizi gönderiyoruz. “we all love you mine”. Resmin hemen ardın yazdıkları bizi çok mutlu ediyor. Pardubize'den ayrıldıktan sonra yolumuz Brno kentine doğru. Geç vakitte Brno'yu geride bırakıp, Avusturya'ya geçiyoruz. Sınırdan sonra yollar, köyler hemen düzdeliyor. Bu arada yemekte Viyana' da öğrenci arkadaşımız Orkun' la Facebook üzerinden yazışmıştık. Bizi geçte olsa bekleyecek. Bahtiyar bir süre devam ettikten sonra sis yüzünden kenara çekiyor. 1 saat kadar kestirdikten sonra Viyana yoluna çıkıyoruz. Gece 4 gibi Viyana' ya ulaşıyoruz, Orkun bizi hala ayakta bekliyor. Hatta sokağa çoktan inmiş bile, yolumuza atlıyor. Çok seviniyoruz. Orkun, yolculuğumuz boyunca gördüğümüz Ali, Tuğba, Xhristina, Eleni , Yasin, Burak ve Didem' den sonra 8inci arkadaşımız. Budapeşte'de biri daha var bizi bekleyen.

1 Ekim 2011 Cumartesi

bahtiyar / 15.gün


Uzun bir aradan sonra rahat bir yatakta uyku uyudum. 09:00 civarında telefonun alarmıyla uyandım erkenden denize girmek için. Olcay'ı uyandırdım, gittikm sahile, su buz gibi, hava rüzgarlı, deniz dalgalı. Direk geri döndük. Eşyalarımızı toplayıp arabaya yerleştirdik. Olcay ve Uğur'un gidiş yolunda içtikleri işkembe akıllarında kalmış, geri döndük Selaniğe. Yemek faslı bittikten sonra tekrar yola çıktık, navigasyon ses çıkarmadan gıcıklık yapıyor Olcay'a, Olcay navigasyona bağırıyor, doktor önde, ben de yapacak birşey yok, uzandım biraz.

Hurdalık veya parça bulma ümidiyle ara yollardan gidiyoruz, yolda kantin yazan bir barakada durduk frape içmek için. Uğur sordu, yokmuş. Ben su almak için gittim aynı yere, 2 frape 1 bira aldım :) Biraz ilerledikten sonra bir hurdalık, hurdalığın içinde de T2 gördük. Hurdalık kapalı ama yan komşusu çok ilgilendi bizimle. Normaldir, babası Yozgat Akdağmağden'liymiş. Bizi hurdalık sahibinin diğer dükkanına kadar götürdü. Geri dönüp girdik bus'un yanına, parçalar sağlam ve güzel ama parası daha da güzel. Anlaşamayıp yola devam ettik.

Yolda aldığım bir haber hem üzdü, hem de tüm tadımı kaçırdı. Yemek yiyecek iştahım da kalmadı. Alexandroupoli'de market alışverişi yaptıktan sonra Olcay ve Uğur yemek yedi, ben arka koltuk, bira-can sıkıntısı. Elimi korkak alıştırmadım bira konusunda, tek amacım bir an önce uyumaktı. Gümrük işlemleri sonrasında uyudum, gözümü açtığımda evin sokağına gelmiştik bile. Bu da hem 15. günün hem de gezinin bitişidir.

bahtiyar / 14.gün


Sırbistan'ı tek seferde geçmek istiyoruz, mümkünse duraklamadan. Ben arkada uyumaya çalışıyorum - uyuyorum. Dayandığı yere kadar Olcay sürmüş, sonra doktor. 05:00 civarı uyandım, geçtim direksiyona. 08:00 civarı hem benzin almak, hem kahvaltı yapmak hem de sibop ayarlarını kontrol etmek için durdum. 3. silindirin sibopları sıkmaya başlamıştı, tam tahmin ettiğim gibi. Hallettikten sonra arabanın gidişinde bariz düzelme oldu. Makedonya sınırına sağ salim attık kendimizi.

Normalde Üsküp'te durmak gibi bir niyetim yoktu, Uğur başladı bir girsek, fotoğrafı çekilecek tarihi yerler vardır" demeye. Olcay'da girelim deyince girdik, çektikleri tek fotoğraf bilboard fotoğrafı oldu :) Şehirde hiçbir şey yok. Çorum / Alaca daha eğlencelidir. Bir alışveriş merkezinde durup alışveriş yaptık, aldıklarımızla şehir dışında karnımızı doyurup benzin alıp devam ettik. Alışveriş merkezindeki market görevlisi-uğur arasında ne yaşandıysa artık Uğur'dan sonra ben gittim euro bozdurmak için, kadın çığlıklar ata ata bozdu parayı.

Bu arada otoyol ücretlerine değinmek isterim. Makedonya girişinde ücret 30 drahmiydi. Euro bazında sorunca 1 euro dediler. Çok keyiflendik ucuz diye. Ne de olsa 49 ödemişliğimiz var. Devam ediyoruz, bir gişe daha. Biraz ileride bir tane daha. Alışveriş merkezinde euro'yu 61 drahmiden bozdurduk. Yani 50 cent yollarını buluyorlarmış köftehorlar. Şehirden çıktıktan sonraki ilk gişede gişe görevlisi gülümsedi bizi görünce. Hani 50 cent daha geliyor ya hesapta. 30 drahmiyi verince fena bozuldu. (Makedonya-Yunanistan sınırında, Makedonya tarafında Casinolar var, Jackpot 2.500.000 euro!)

Yunanistan sınırına girdik, görevli polis bayanın bana bakışlarını ve kaşı gözüyle ettiği imaları yazmak istemiyorum. Her zaman karşılaştığım komplimanlar. Selanik'te direk deniz kıyısına indik. En hareketli caddesinden geçtik, hemen dirseğimi çıkardım camdan. Sahil yolundan, deniz kıyısından baya bi ilerledik kalacak kamping aramak için. İzini sürdüğümüz kamping kapanmış, stüdyo daire kiraladık. Herkes eşyalarını çıkardı odaya sonra indik bahçeye, rakı-ahtapot! Bu da 14. günün sonudur.

Bu arada 05:00'dan 22:00'a kadar direksiyon salladım 14. günde. Arada molalar var mutlaka. Krusevac - Nis arasından Selaniğe. Bir günde 3 ülke geçme rekorumu yeniledim. İlki Fransa-Belçika-Hollandaydı.

bahtiyar / 13.gün


Saatin alarmı çaldığında Olcay geçti direksiyona. Ben arkada uykuya devam ettim. Uyandığımda Viyana sokaklarında fink atıyorduk. Orkun sokakta karşıladı bizi. Arabanın tepesindeki malzemeleri indirip çıktık eve. Olcay güvenlik ve kalabalıklık sebebiyle arabada yatmaya karar verdi. Ben uzun zamandan sonra ilk defa duş alabildiğim için çok mutluydum. Sabaha kadar laklak ettik Orkun'la Jagermeister eşliğinde. Uğur çoğunlukla internetteydi o esnada:) Sabah 6'da yattım, Olcay kalk borusunu 09:30'da öttürdü. Eşyalarımızı toplayıp dışarı çıktık kahvaltı etmek için. Viyana'da kahvaltı! Kulağa nasıl da hoş ve güzel geliyor değil mi? Bana da öyle geldi ilk başta, Türk börekçisine gidince gerçek dünyaya döndüm hemen. Börekçi Türk mahallesindeydi, arabayla fotoğraf çekenlerin haddi hesabı yok.

Kahvaltı sonrası şehri gezmeye çıktık. Arabayı park ettikten birkaç dakika sonra bir maket mağazası çıktı karşımıza. Çok fazla çeşit, süper modeller. Bazıları sadece Avusturya için üretilmiş. En ucuzundan birkaç tane alıp nefsimi körelttim:) Şehir merkezi güzel ama benim için çok da enteresan değil artık. Aynı yerleri turalayıp arabaya döndük. Yolda Berk'le karşılaştık, dünya küçük harbiden. Arabanın yanında Orkun ayrıldı. Rotamız Budapeşte.

Budapeşte'ye vardık, şehir merkezindeki en ünlü Casino'yu işaretledim navigasyona, bizi ipsiz sapsız bir sokağa götürdü. Bu sefer de gittiğim zamanlarda kaldığım oteli işaretledim, vardık şehir merkezine. Arabanın üstü eşya dolu, park yasağı olan yere parkettik, Olcay ve Uğur hızlıca yiyecek almaya gittiler, ben de bulduğum internet bağlantısından arkadaşım Cihan'a ulaşmaya çalıştım. Geldiler, Mc Donalds'ları hızlıca mideye indirdik. Daha doğrusu ben pipetin kağıdını açma aşamasına geldiğimde Uğur peçeteyle ağzını siliyordu. Hızlıca şehir merkezine yürüyüp alınacakları aldık, oradan Cihan'ın yanına. Çok sevindim onu gördüğüme. Sanırım o da baya bir mutlu oldu. Yarım saat filan vakit geçirebildik, o esnada silecek kolunu tamir ettim (hem de parça artırarak). Olcay Bosna Hersek-Hırvatistan üzeri gitmeyi düşünüyordu fakat Sırbistan'ın hem uluslararası karayoluna sahip olduğunu hem yolu nkısalttığını hem de iki bilmediğimiz ülke yerine tek olmasını filan anlatınca çevirdi rotayı Belgrad'a. Ben ilerleyen saatlerde direksiyona geçeceğim için uyku moduna girdim ve 13. günü bitirdim.


bahtiyar / 12.gün


Saat olarak 12. güne başladık ama hala yoldayız. Leipzig'e doğru seyirtiyoruz. Havalimanının yanından geçerken çalıştığım firmaya ait uçağı kuyruğundan tanıyıp duygulandım. Hazır gelmişken Porsche fabrikasını taciz edelim dedik, kapıya kadar gittik, almadılar haliyle. Şehir merkezinde ilerlerken Olcay ufak! bir kasise girdi. Hasar tesipiti için durduğumuzda motorun biraz yağ kaçırdığını farkettik. Bence kasisle bir ilgisi yok. İlk benzinlikte durup kısa bir tamir-bakım etkinliği yaptık.Yağ konulan boru ile hava filtre kutusunun altına giren boru arasındaki yağ buharlaşma zamazingosunun hortumundan( az bulunan belirtili nesne örneği ) yağ atmış biraz. Bir de kağıt hortumda delik vardı. Ufak ufak uğraşıp hallettik, ben geçtim direksiyona.

İlk durak Çek Cumhuriyeti tabelası oldu, hemen fotoğraf. Prag'a doğru ilerliyorum, manzara müthiş. Olamaz öyle şey! Düşünün ki sağ tarafınız orman, içinde ufak tefek evler, sol tarafınız göl, hava inceden sisli ve karşıda yavaş yavaş hava kızıllaşıyor! Hiç bu kadar keyifli bir yolda araba sürmemiştim. Sabah 5 civarı Olcay'ın aşırı ısrarlarına dayanamayarak sağa çektim ufaktan kestirmek için. Uzun zamandan sonra ilk defa açık, net ve hatırlanan rüyalar gördüm.

Devam etmek için Olcay geçti direksiyona, ben arkada rüya görme çalışmalarına devam ettim. Gözümü bir açtım ki Prag! Karışık duygular içine girdim bir anda. Mustek tarafında, Opera binasının yakınına arabayı park edip hazırlandık hemen. Üzerimizi değişip Astronomik Saat meydanında kahvaltıya gittik. Kısa bir turdan sonra Charles köprüsü üzeri Kaleye doğru yürümeye başladık. Her köşede, her sokakta ayrı anılarım depreşti. Kaleye vardık, içine girmeyip etrafından dolaştık ama tekrar farkettim ki hala bugüne kadar gördüğüm en güzel yapıdır. O kadar yokuştan sonra güzel bir bira molasını hakettik. Moladan sonra Doktor; Kafka'nın evini de ziyaret etmek için ayrıldı, merkezde de arabanın otopark fişini yenilemek için ben ayrıldım. Arabanın yanına gittiğimde 3 kişi sıra bekliyordu fotoğraf çekilmek için. Polis de onları bekliyordu arabaya ceza kesmek için :) 20 dakika geçmiş süremiz. Kronumun olmadığını, bozuk euro da olmadığı için yenileyemediğimi söyledim, sağolsun anlayışlı elemanmış, yardımcı oldu para bozdururken. Sonra cebimdeki demir eurolarla fiş aldım, farketmedi :)

Olcayla buluşup biraz hediyelik bakındık, doktor da geldi ve çıktık yola Pardubice için! Hayatımın en güzel, en dolu dolu, en eğlenceli, en hızlı, en güzel anılarla dolu 6 ayını geçirdiğim memleket! Ata toprağı benim için! Köylerin arasından, iki tarafı ağaçlı muhteşem yollardan geçerek vardık Pardubice'ye. Direk okulun arkasındaki DyDy Baba Club'a gittik. Sahibi Lukas biraz dikkatli baktı ama tanıyamadı sanırım. Malum 4 sene ve 60cm saç farkı var arada. Üzerimi değiştim, birkaç fotoğraf ve içeride anı tazelemeden sonra okul önüne gittik. Orada da birkaç fotoğraf ve iç geçirme sonrasında merkeze gittik. Tesco otoparkında Olcay ayrıldı berber için, ben Uğur'la beraber direk HanyBany'e. Önünde bir bira içmeden olmaz. Çok iç geçirdim çok! Tesco'da buluştuk tekrar, alışveriş yaptık biraz (kasiyerler meslekten soğuyup istifa hazırladılar, tahmin edin neden?). Eşyaları arabada bırakıp PataPuf'un yanında pizza yemeye gittik. Pizza dediysem 65cm çapında. Aynı zamanda internet de var, işlerimizi hallediyoruz. Sadece Uğur'un bilgisayarı girmiyor internete, garsonu gönderip yan cafe'nin şifresini sormasını rica ediyor. Bizim masayla ya da diğer tabirle Uğur'la ilgilenen garsonlardan birisi gece kendini nehire attı sanırım. Yemekler bittikten sonra arabayı getirdim meydanda, anlamlı fotoğraflar çekip video kaydettik. Bayer'de medovnik yemeye yerimiz kalmadı.

Buruk ve tekrar geleceğime dair kendi kendime söz vererek çıktım şehirden. Bu arada her ne kadar eski arkadaşlarımla görüşemesem de el sallayıp barış işareti yapanlar kurulabilecek yeni arkadaşlıkların habercisiydi :) Rota Brno üzeri Viyana. Yola çıktık, yine köy yollarından ilerliyoruz. Sis bastırdı inceden, arkada Olcay, yanımda Uğur horluyor. Hatta Uğur sohbet esnasında uyumaya başladı. Müzik açmıyorum uyanmasınlar diye, daha fazla dayanamayıp Brno'ya 100km. kala, saat 23:15'te çektim benzinliğe, saati 00:00'a kurup daldım uykuya. Bu da 12. günün bitişidir.

bahtiyar / 11.gün


Sabah 09:30'da arabanın kapısını tıkladı Olcay ve Uğur, uyandım, yola çıkış 10:45. Neden acaba:) Şehirden çıkarken 2 tane T3 Westfalia görüp selamlaştık. Rotamız direk Hannover. Kahvaltı için menü Kruvasan+kahve. Bir park yerinde duruyoruz hem kahvaltı yapmak hem de lastiği değiştirmek için. Üzerinde hala stepne vardı, sıkıntı olmasın diye tamir ettirdiğimiz yeni lastiği taktık. Kruvasan tamamen içler acısı. Mola bittikten sonra navigasyon yardımıyla devam ediyoruz yola ama fark ediyoruz ki navigasyon bizi saçma sapan yollara götürüyor. Tam gerizekalı makine. Hatta müsadenizle Garmin için yazdığım bir dörtlüğü paylaşmak isterim:

Ulan Garmin sen ne salak bir aletsin?
Asabını bozdun arabadaki herkesin
Senin yüzünden yaktığımız boşa benzin
Seni icat edenin kulağına girsin

Yaklaşık 200 km ve 3 saate yakın boşa geçen zamandan sonra çıkabildik Hollanda'dan Hannover'e doğru yardıra yardıra gidiyoruz. Benzin almaya durduğumda elinde haritayla bir kız geldi. Hangi yoldan ve nereye doğru gittiğimizi sordu. Hannover deyince elindeki haritaya bakıp A2 yol ayrımına kadar bizimle gelip gelemeyeceğini sordu. Olcay uyuyor o esnada, doktor sağda, e bir tek şöför koltuğunun arkasındaki tekli koltuk kalıyor, orada da emniyet kemeri yok gerekçesiyle kabul etmedim. O esnada doktor geldi, "bi Olcay'a soralım" dedi. Olcay uyanıp kafasını kaldırmadan "güzelse alın" dedi. Doktor tüm centilmenliğini takınıp arkada oturmayı kabul etti, haliyle "gel" dedik kıza. Gitti çantasını filan getirdi, kuruldu sağ tarafa. Biz ne olur ne olmaz diye arabanın içindeki elektronikleri cüzdanları filan topladık, Olcay toparlandı, içecek birşeyler almaya gitti, bir anda arabanın içini heyecan ve coşku sardı. ilk otostopçumuz! Olcay içecek olarak elinde iki ufak şişe şampanyayla geldi :) Tanıştık kızla, ismi Manu, protestan ve din okulunda protestanlık üzerine okuyor. Tipini de tarif edeyim tam olsun, düz sarı saçlı, orta boylu, o sıcakta gri boğazlı kazak, ayak bileğine kadar bol bir etek, çantası tüylü inek derisi, yüzündeki ifade ketum! Heyecanın bitmesi pek kısa sürdü. Şampanya içen Olcay şişeyi yarım bırakıp devrildi yattı, kızın fotoğraflarını çeken doktor kendi haline daldı, bende taktım kulaklığı müzik dinliyorum. Yol ayrımına geldik, kıza söyledim burası diye, siz nereye devam edeceksiniz diye sordu tekrar. Hannover dedim, tamam deyip kitap okumaya devam etti. İlerliyoruz, navigasyonları Volkswagen buluşmalarının yapıldığı alana ayarladık, devam ediyoruz, bu ketum dedi ki "beni neden indirmedin?" "Ulan ketum, söyledim sana yol ayrımına geldiğimizi, inmedin ki! "Durmadınki" dedi. Biraz laf kalabalığı etti, "biz Hannover Expo Center'a gidiyoruz, istedğin yerde söyle indireyim" cevabını alınca sustu. Vardık alana, fotoğraf çektik filan, dedik ki biz Wolfsburg'a devam edicez. Kız şaşırdı tabi o kadar kısa zaman geçirdiğimize filan, yaşadığım yer buraya çok yakın bırakabilirmisiniz filan dedi, cevabımız olumsuz, peki dedi kız, Wolfsburg'a geliyor. Wolfsburg yolunu ararken yine saçmaladı Garmin, neyse ki iGo var telefonda, akşam 21:00 civarında girdik Wolfsburg'a.

Daha şehir girişinde Volkswagen'in muhteşem binalarını görüp heyecanlandık. Hemen tren istasyonuna gidip kızı sepetledik. Biraz söylendi ama biz göndermesek neredeyse İstanbul'a gelecek. Birşeyler yemek için Burger King'e gittik. Biz yemeğimizi bitirdiğimizde Uğur da sipariş verme işini tamamladı :) Eminim çalışan kızlardan bir iki tanesi ertesi gün istifa etmiştir. Kısa bir durum kritiğinden sonra gezebildiğimiz ve görebildiğimiz kadarına tamah edip devam etme kararı aldık. Volkswagen Arena, Volkswagen müzesini gördük (dışarıdan). 11. günün sonudur..

27 Eylül 2011 Salı

ugur / Amsterdam-Wolfsburg-Prag

             Pazar 25.09.11 öğleye doğru Amsterdam’dayız.
Hava çok güzel, günlük güneşlik ve güleçlik, genç yaşlı demeden hemen herkes  dışarlarda. Amsterdam halkının  tamamına bir bisikleti vardır herhalde diye düşünmeden edemiyorum... Bu kadar bisikleti hiçbir Avrupa şehrinde görmemiştim. O kadar ki bizdeki katlı otomobil parklar yerine ‘’ katlı bisiklet otoparkı ‘’ bile yapmışlar. Kendilerinden emin bir şekilde yüzlerce insan çevremizde bisikletiyle geçiş yapıyor. Eminler, çünkü bazı yerlerde bisiklet yolu, otomobil yerine üstünlük sağlıyor.
            Birçok şehirde olduğu gibi günlük tarihimiz tekerrür ediyor. Kalacak yer ve otopark sorunu yaşıyoruz. Yine yok tabii. Özellikle ‘’Botel’’ de kalmak istediğimiz için, bu da sıkıntı yaratıyor. Olcay ve Bahtiyar birkaç yere soruyorlar sonuç negatif, en sonunda Olcay bir Hotele karar kılıyor, Bahti’de karavanı tercih ediyoru. Ben bütün yerlere bakılmadığını bildiğimden tekrar limana gidiyorum. Diğer iskelelere baktıktan 30’ sonra ‘’Avanti’’ adlı teknede çok da hesaplı bir fiyata yer buluyorum. Hostelworld’de de var bildiğim kadarıyla. Tavsiye ederim. Kamaralar dar olmasına rağmen bir gece için çok uygun ve keyifli bir deneyim. Hele ki görevlilerden Jesse bir harika adam. Çok sıcak yaklaşıyor ve yardımcı oluyor. Diğer ziyaretçiler de  çok memnun zaten. Harita üzerinde biraz konuştuktan sonra çıkıyor ve Bahti-Olcayla buluşuyorum. İkinci el pazarı kurulmuş karşımıza çıkan ilk meydanda. Çok kıymetli parçalar bulunabilir. Koleksiyoner ve hatıra avcısı birkaç dostumuza duyrulur!!
          Ardından ayrılıyoruz. Birkaç blok ötede meşhur ‘’Red Line’’ başlıyor. Burası bu konuda kimin ne ararsa bulabileceği bir yer. Müzesinden alışveriş dükkanlarına kadar. Büyük de bir sex turizm aracı haline gelmiş. Birçok turist grubunu getirip gezdiriyorlar. Oradaki kısa gezintinin ardından ana meydandayım. Birçok Avrupa şehri gibi ihtişamlı büyük tarihi binalarla çevrilmiş. Sokak müzisyenleri ile oradan oraya koşup fotoğraf çeken yüzlerce insanıyla beraber. Bu arada alel acele bişeyler atıştırıp, İkinci Dünya Savaşının tuttuğu günlükleriyle simge isimlerinden olan ve 1945 de toplama kampında genç yaşta tifüsden ölen Anna Frank 'ın  evine koşturuyorum. Yukarıda da bahsettiğim gibi zamanımız şehir içlerinde hostel ve otopark araştırmakla geçip en verimli saatleri bu işlere harcayınca saat 17.00’yi buluyor ben gidince. Kapıda onlarca insan bekleşiyor. Görevliye soruyorum durumu. İçerisi çok kalabalık olduğu için görevliler pek almak istemiyorlar içeri. Kalabalıktan gezmeniz pek mümkün değil cevabını alıyorum. Başta niyetleniyorum sonra vaz geçiyorum.
          Birkaç müze ve tarihi yapıyı geziyorum hızlıca, bol bol da fotoğraf çekiyorum. Bir fotoğrafçı arkadaşımın konsept Bisiklet-Amsterdam fotoğraflarını neden odyovizyon gösterisi haline getirdiğini şimdi anlıyorum. O kadar güzel fotoğraf kareleri yakalanıyor ki. Tabii yola dijtal kompakt fotoğraf makinamla devam etmek zorundayım. Bütün makaralarımı boşalttım. Film arıyorum. Sorduğum yerler yüzüme ebleh ebleh bakıyorlar fotoğraf filmi mi?? diye... Çıkarttıkları filmler ise 08 son kullanma tarihli Kodachromelar... Teşekkür edip ayrılıyorum. Belki haklılar bu kadar filmde direnmemenin zamanı geldi galiba...
          Gece hayatı da çok hareketli gündüz gibi. Yolda gördüğüm bir metaliciye mekan soruyorum ‘’ the Cave ‘’ diyor. Gittiğimde görüyorum ki bizim DoRock bu mekanı tabuta paket yapar ardından kanalizasyona sallar... Fazla oyalanmadan Avanti ye geri dönüyorum. Diğer yolcular ile kısa bir sohbetin ardından kamarama çekilip yatıyorum.
Sabah 09-10 gibi yolculuk var. Hedef Wolfsburg...
Buluşma saatimiz sabah 09.30’u buluyor. Limandan ayrılışımız 11’i Amsterdam’dan çıkışımız 13.00 oluyor. Planlarımıza göre akşamüstü Hanovver’ de olmayı bekliyoruz. Erken çıkılması dahilinde Wolfsburg’ mesai saatlerinde gitmeyi planlıyorduk ama olmayacağını yolda fark ediyoruz stresli bir şekilde.
               Birkaç kez yaşadığımız navigasyon problemi yine musallat oluyor. Ana yoldan ayrılıp köy yollarına sapıyoruz. Evet o yerleşim alanlarını görmek oldukça keyiflendiriyor. Dinginlik,yeşillik ve bolluğuyla. Ama yaklaşık 3 saat sadece Hanovver yolunda kaybediyoruz. 3 saat harcayıp haritaya göre 28 km. İlerleyebiliyoruz. Bu da bizi sinirlendiriyor haliyle. Benzinden de yediği için bir benzinciye çekip benzin alacağız. Bu arada adının Manu olduğunu öğrendiğimiz Teoloji öğrencisi protestan bir kız bizimle ilk ayrıma kadar gelmek istiyor. Kabul ediyoruz ve 4 kişi devam ediyoruz Hanovver’ e doğru.
Hanovver’ de fazla vakit kaybetmiyoruz. Volkswagen buluşma noktasında bir fotoğraf çektikten sonra yola devam. Yine navigatör problemi yakamızı bırakmıyor ve yol çalışmaları olduğundan bizi 10 km lik bir çapta çevremizde döndürüyor bir süre daha. Ana arterlerden gidiş sıkınılı olacağından yan yollara yöneliyoruz. Biraz kuzeye doğru yönlenip köy yollarından bağlanmayı düşünüyoruz. Yine biraz daha zaman kaybı olsa da bu yolla Wolfsburg’ a varıyoruz. Önce Manu’yu tren istasyona bırakıyoruz. Saat 21.30 gibi. Canımız sıkkın, motivasyonumuz bozuk. Saatleri bir hiç yüzünden boşa harcamışız. Oysa erken şehre varıp VW Müzesini gezmeyi planlıyorduk belki de biraz yedek parça bulabilirdik, olmadı. Bir burgercide önce karnımızı doyurduk. Ardından 34 plakayı görüp gelen gurbetçi bir iki kişiyle iki lafın belini kırdıktan sonra Wolfsburg VolksWagen Arena önüne çektik karavanı. Bu anı da ölümsüzleştirmenin ardından yola düştü yine 3 kişi.
          Önce Leipzig.
Şehre girişte önce Porche fabrikasına uğradık. Gece çok geç vakit olduğu için uzaktan bir iki kare alıyor ve şehir merkezine uzanıyoruz. Bir iki tur attıktan sonra arabanın yağ eksilttiğini fark ediyor ve bir benzinlikte es veriyoruz. Bir şey bulamadık olsa olsa yağın inceliğine ve motorun bugün ara yollarda zorlanmasına bağlıyoruz bu durumu.
Yola devam. 1-2 saat gidişin ardından bir benzinlikte ihtiyaç molası veriyoruz. Dönüşte nahoş bir sürpriz bizi bekliyor. Gecenin 03.30’u ve polis karavanın çevresinde. Meğerse ‘’ Engelli Park Yeri ’’ ne park etmişiz yanlışlıkla. Pasaport, belge, ruhsat kontrolünün ardından 35 Euro yu bayılıp bu gazla kontağı çevirip devam diyoruz.
          Ben bir süre sonra arkaya transfer oluyor ve günlük yazımına devam ediyorum. Uyandığımda saat 08.00
Bahtiyle Olcay önde uyur buluyorum. Bir car-parktayız. 50 km kadar var Prag’a. 10.00 gibi Kafka’nın şehrine geliyoruz. Orta okul yıllarımda kardeş-okul ziyareti için Almanya’ya gitmiştik. Aklımda yer etmiş Avrupa kentleri içinde en önde geleniydi. Şu an Dublin’den sonra gelse de tekrar bu kente olmak mutluluk veriyor bana. Zamanımız dar. Önce ana meydanda bir kahvaltının ardından hemen yanımızdaki harikulade bir yapı olan Astronomi saati’nin yanına dikiliyoruz yüzlerce insanla beraber. Saatler 11 i gösterdiğinde İskelet çanı çalıyor, kuklalar camlardan kendini gösterip en sonunda en üst balkondan hoş trompet nağmeleri duyuyoruz. Herkes mutlu bir şekilde alkış tutuyor. Sonra köprülere varıyoruz. Şehri buradan izlemek anlatılmaz bir keyif ile dolduruyor insanın içini. Yalnız güneş tam tepede olduğundan istediğim fotoğrafları çekemiyorum. Şehrin diğer tarafına geçip tepeye Saray’a doğru yönleniyoruz. Burada kısa bir molanın ardından ben Golden Line’ a Kafka’nın sokağına yönleniyorum. Olcayla Bahti önden karavana gidiyorlar. Ben de o sokakta hem eski Çek ev örneklerini gezip, Kafkanın çalışma odasını gördükten sonra biraz daha fotoğraf çekip inişe geçiyorum. Zamansızlıktan oyuncak müzesini bir sonraki sefere erteliyorum. 15.00 gibi karavanın önünde buluşuyoruz.
Önce Pardubice arıdndan Bruno ve sonrasında Orkun’la kahve içmek için Viyana...

olcay / 26 eylül


Birazdan Almaya'ya doğru yola çıkıcağız. Aracımızı toparlayıp, içerideki sırt çantalarımızı yukarıya port bagaja koyduk. Artık Ahmet'in malzemeleriye bizimkiler arkada görüşümüzü engelliyor. Hava çok güzel fakat Amsterdam kanallarının karmaşık yapısı navigasyon cihazımızla birleşince bizi hepten oyalayıp duruyor. Birkaç saatte Amsterdam'dan bir türlü çıkamadık ve bundan dolayı çok vakit kaybettik. Aynı şekilde Hannover' den otoyola çıkmak bize çok vakit kaybettiriyor. Otoyol bağlantılarında inşaat var. Neredeyse Hanover'de tüm girişleri kapalı. Bu arada Hannover öncesinde bir benzin istasyonundan bir Alman genç bayanı otostopçu olarak alıyoruz. Tipik Alman işte. Protestan okulunda din eğitimi alıyormuş falan filan. Bizdeki imam hatip gibi, yalnız bunun başı açık. Çok konuşuyor, çok soru soruyor. Bir ara Hannover çıkışında Wolfsburg yolunu araken azar bile işittik. Herhalde kensini kaçırıyoruz zannetti sersem. Biraz yolu uzatarak vardığımız Wolfsburg' da artık gece olmuştu. Alman bayanı, ismini hatırmalıyorum çünkü daha önceden duymadığım bir isimdi; şehirdeki merkez tren istasyonuna bıraktıktan sonra birşeyler yemek işin mecburen malum fast food'lardan birine giriyoruz. Birşeyler atıştırıp, önümüze haritayı açarak kalan 3-4 günümüzü tartışıyoruz. Zira artık dönüş yolundayız. Bu arada Bahtiyar daha yola çıkmadan önce konuştukarımızı yapmadığımızdan bahsediyor. Bu durum beni oldukça gerip üzüyor. Çünkü bu kadar kısa zamana bu kadar şehri sıkıştırmak çok zor. Avrupa'ya aracıyla seyahat eden kişilerle ne zaman konuşsam şaşırıp, sürenin çok çok az olduğunu belirtiyorlardı. Hiç birinede bu konuda kulak asmayıp kısa zamanda istediğimizide gerçekleştiriyor olmakda keyif yeriyor açıkçası. Tamam geçtiğimiz bir kısım şehirlerde kalamadık ama gecelediğimiz şehirleri de adam akıllı gezdik. Biz özellikle yolda olmak istedik! Gezilecek yerler, görülecek müzeler yarın da orada olacak. O yüzden bunu başından beri hiç önemsememiştim, yarın öbür günde gelip görebilirim.... Wolfsburg geceleri ölü bir şehir. Sokaklarda pek insan yok, birkaç restorant ve benzin istasyonu dışında açık yer yok. Şehrin takımının stadı Wolksvagen Arena ve Auto Muzeum' un önüne kadar da gidiyoruz bu geç vakitte. Almanya'da doğuya doğru ilerledikçe otoyollar kamyonlara kalıyor. Yollar düzgün ama herhalde Doğu Alman tarafı hala geride. Rotamız Leipzig oradan da Dresden. Tüm gece yol alacağız.Bu sürede geçen en kötü gün sanki.

ugur / Londra 2. sefer

                Heathrow’dan karavanı bıraktığımız Picadilly çevresindeki otoparka dönüyoruz 3 gün için 90 paund bayılmak koyuyor tabii. Ardından bir markete gidiyoruz hazır yiyecek bölümünden Bahti sandviç, olcayla ben makarna alıp, Ali Dayının ‘’Garmin’’ine güvenerek kamp alanı arıyoruz. Garmin, Bahtiyi şaşırtacak ölçüde çok güzel bir kamp alanına götürüyor bizi Londara ortasında gece giriş yok yanındaki normal otoparka çekiyoruz karavanı. Yorgunluktan bitap durumdayız 5 gündür de duş almamışız. Çimenlere oturup birer duble Tekirdağ eşliğinde  yemeklerimizi tüketiyoruz. Ardından karavana çekilip tavanı kaldırıp Bahti üst katta,  Olcay şöför mahalinde ben de arkada (boy yüzünden)  uykuya dalıyoruz.
Sabah 08.30 uyanış        
                    Hemen kamp alanına gidiyoruz. Mekanın adı Lee Valley... (Hey kampçılar hemen girip bakın google’dan!!). Yemyeşil çimler etrafı izole, oldukça sessiz. Hem de bu kadar şehre yakınken. 2-3 saatliğine giriş yapıyoruz. Hemen duşa koşuyorum. İlaç gibi geliyor, hem de nasıl... Çantaları düzenlemeye başlıyoruz. Eski giysi ve iç çamaşırlardan bir kısmını yer açmak için atıyoruz. Toparlandıktan sonra motor doğru şehir merkezine. Kings Cross da otoparka karavanı bıraktıktan sonra metro ile yola devam ediyoruz. Metro haritasına baktığında oldukça fazla kafa yorabilirsin. Bölgelere ayrılmış olan Londra da yer altından örümcek ağları gibi birbirine bağlanmış. İstanbulda ki gibi şerit halinde değil. İlk durak ‘’Camden Town’’. Şöyle tasavvur et kafanda; bir parça izole olmuş, toplumdan farklı insanların bölgesi gibi. Yolda yüzlerce metalci, Gothic, Punkçı ile gidiyorsun. Jameikalı, Meksikalı, Nijerlisi tezgah açmış ya yemek yada başka bişey satıyor. Çarşıda dolanıyoruz  dükkan sahibi ve çalışan o kadar çok Türk var ki... 2.Dünya savaşı malzemeleri satan bir dükkanı gezerken yanda ismini bilmediğim ama son dönem Türk popüler pop parçalarından biri çalarken tokat yemiş gibi oldum. Çarşıdan güzel bir eski ( sanırsam 60 lı yıllar) VW reklamı baskılı  levha bulup aldım. Ardından British Museum’ a gitmek için hamle yaptık ki saatin 16.00 ya doğru gelmekte olduğunu fark edince sanat aktivitelerini kenara bıraktık. Tabii burada Ahmocan’ın ta parmağı oldu. ( seviyoruz seni Ahmo ) Bu arada Bahti’nin arkadaşı Yasin ve Burak  geldiler. Onlarla birkaç saat geçirdik. Keyifli elemanlarmış, okuyorlarsa selam olsun onlara.
              Vakit ilerleyince artık Londra’ dan volta almanın zamanı geldiğini anlıyoruz. Yol uzun. Önce yiyecek bişeyler ve gemi için stok yapıp devam ediyor karavan yola. Şu metinleri yolda yazmaktayım. Dover’a pek bişey kalmadı. Eğer direkt sefer varsa tabii tercih Amsterdam olacak. Yoksa Fransa üzerinden Belçika ve Hollanda.
             Dover’a ulaşıyoruz. Seçeneğimizi Calais olarak belirleyip yola devam ediyoruz. Belçika’ya kadar sorun yok. Burada sis  bastırıyor ve 1-1,5 saat zorunlu dinlenme molası veriyoruz.  Bahtiyarın hakkını da vermek gerekli direksiyonu oldukça iyi sorunsuz devam ediyoruz ve sabah 08.30 gibi Hollanda’ ya giriş yapıldı. 24 saatte 4 ülke.  Şu an yoldayız ve yanımızdan bir sürü klasik otomobil geçmekte. İlk fırsatta kontrol edip olası bir buluşmaya dahil olmaya çalışacağız

olcay / 25 eylül


Gece bindiğimiz feribotta internet erişimi yoktu. Ne günlükleri aktarabildik ne de maillerimize bakabildik. Bahtiyar direksiyona geçince yine ben arkaya geçtim. Tüm gece yol alıp Hollanda Amsterdam' a gelirken uyandım. Belçika'yı Bahtiyar'dan başka gören yok, o da gece. Amsterdam ' neredeyse öğle vakti girdik, pek trafik yok ama kanallarla dolu kentte yol alabilmek navigasyonla bile oldukça vakit kaybettirici. Neredeyse 1 saat kalacak yer aradıktan sonra Bahtiyar yine araçta konaklayacak. Ama tabi yine popüler kentin otopark parasıda malum. Günlük otopark ücreti merkezde 36 euro. Haftasonu bedeva yerlerde var fakat güvenlik açısından tercih etmiyoruz. Zira Vatikan'da Birkaç saat araçtan ayrıldığımızdan karavanımızı yoklamışlardı. Neyse, Uğur bir Botel' e (tekne otel) bende ayrı bir yerde başka bir otele yerleştim. Duş alıp, üstümü başımı değiştirip çocujkların yanına otopark gittim. Amsterdam' a girmeden önce yolda bizi geçen pek çok klasik ve modifiye edilmiş modern araçlara rastladık. Bu buluşmaya gitmek isterdik ama vakit geç olduğundan şehirde dolaşmaya karar verdik. Amsterdam' da kanalların, kanal üstünde yaşamın olduğu, pek çok uyuşturucu kullanınımın serbest olduğu bir şehir. Bu kadar serbest olunca da haliyle de insanları kendine çekiyor. Bir ara dolaşırken Türk bayan grubun da meraktan Red Light Street' te dolaştığını gördük. Kendi aralarında konuşup duruyorlardı. O sokaklarda olup bitene karşı olduklarına edimin ama meraktanda neler döndüğünden kendilerini alamıyordı sanırım. Şehirde pek çok internet erişimi var ama hiç birini kullanamıyoruz. Otellerde de bunu parayla satıyorlar. Pek internet kafeye rastlamadım. Görseydim bile tüttürenlerden dolayı girmek istemezdim herhalde. Dinlenmek için makul bir saatte otele doğru yürüdüm. Enteresan şehir, şimdiye kadar bu kadar çok bisikleti bir arada görmemiştim. Öyleki otelin karşısında bisiklet yılığı kat otoparkı var.

olcay / 24 eylül


Sabah 8 gibi kalkıyoruz. Hava çok güzel, otopark neredeyse araçlarla dolmuş. Çevrede karavan kampından başka; golf sahası, havuz, sinema vs var. Hemen karavan kampın ofisine gidiyoruz. Geç geldiğimiz 2-3 saat konaklamak istediğimiz belirtiyoruz ama tipik ingiliz soğun yaşlıca kadını akşam 10 da kapı kapanıyor, kuralları bilimiyormusunuz diyor. Gayet iyi bildiğimizi ama Londra' da güvenli park alanı bulamadığımızı ve çok yorgun olduğumuzu belittik. Kadın hala aksilik peşinde ama bu 2-3 saat için tüm günlük ödeme yapacağımız söyleyince arkasındaki adama danışıp bizi içeri alıyor. Sersem kadın, bir günaydın, hoşgeldiniz bile demedi. Kamp alanına hayran kalıyoruz ama kadının tavrı ve aksiliğini de hiç sindiremiyorum. Ekranda gösterdikleri yere gidip kurallara uygun park ediyoruz. Şimdi işimiz sıcak bir duş alıp, temiz çamaşır ve kıyafetler giymek. 1-2 saat içinde toparlanıyoruz. Bu arada debriyaj çok yüksekte kavrıyor, biraz düşürmek için kurcalıyoruz ama dahaa da yükseliyor. Ama daha öncesinde silkeliyerek kalkış yapıyordu, şimdi ise daha çok rahat. Fakat debriyajın yüksekliğine alışmak zaman alacak. İngiltere' ye giriş yaptığımızdan beri karavanı ben kullanıyorum. Artık daha çok alıştım trafiğin akışına. Saat 12 ye doğru Lee Valley'den qayrılık merkeze yakın bit metro istasyonu bulup park etmek. 4. zone'da olduğumuzdan merkeze ulaşmak zor değil. Bir trafikte dolanarak King's Cross yakınında bir otopark buluyoruz. King's Cross ana tren istasyonlarından birisi. Kuzeye ve İskoçya'ya trenler buradan kalkıyor. 1. ve 2. zone'lar için günlük bilet alıp bir aktarma yaparak Camden Town' a gidiyoruz. Burası haftasonları oldukça kalabalık olur. Sokakları çok hareketli alışveriş yapacak, yemek yiyecek çok alternetif var. Her çeşit insandan başka klasik İngiliz punklarına yolda rastlamak mümkün. Sağlı sollu dükkan ve tezgahlarda ilgi çekici çok turistik ürün var. Ben pek önemsemiyorum. Benim aklım Camden Dock çevresindeki sokaktaki yemek satanlarda. Çin, Jamaika, İtalyan vs vs. yemek için seçenek çok. Daha çocukları götürmek istediğim yerler var ama vakitte çok geç oluyor. Metro girişinde öğleden sonra 3:30 da bir araya geliyoruz. Artık Bahtiyar ve Uğur tekrar Londra'ya geldiklerinde kendileri giderler. Gidecek, görecek özellikle çok müze var. Başta British Museum, Imperyal War Museum, National Gallery, Tate Modern aklıma ilk gelenler.
Yine Soho gitmek için metroya biniyoruz. Hafta sonu olduğundan metro tünelleri çok kalabalık fakat kısa sürede Lecister Square'dan yukarıya çıkıyoruz. Navigasyondan Ahmet' in karavanı için Ali Abi'nin bir arkadaşına gideceğiz ilk önce. 2-3 dakikada buluyoruz fakat adam akşamüzeri gelecekmiş. Bahtiyar'ın arkadaşı Yasin' de Londra'daymış. Arıyor, onlarda West End'deymişler. Yasin iş arkadaşı Burak'la birlikte yanımıza giliyorlar. Hem dolaşmak hemde birlikte birşeyler içmek için Covent Garden' a gidiyoruz. Burasıda eskiden pazar alanıymış, şimdide en önemli güzel turistik mekanlardan birisi. Mağaza, pub ve restoranlara nazaran sokak gösterileri yapanlar daha çok ilgi geçiyorlar. Kimi jonglörlük yapıyor, kimi müzisyen hatta arya söyleyenlerde var çevrede. Çokta profesyoneller. Bir pubda mola veri uzunca bir süre laflıyoruz. 8' e doğru Ahmet'in malzemeleri için tekrar Soho'ya dönüp, oradan da minicab'a (taksi ama dolaşmıyor) binip otoparka gidiyoru. Yol üzeri biraz yiyecek alışverişinden sonra Dover' a doğru yola çıkıyoruz. Gece 00:20 de vardığımız limandan hemen 00:45 feribotuyla ayrılıyoruz, feribot oldukça sakin. Birbuçuk saat sonra tekrar Fransa'dayız.

ugur / Londra - Dublin

                  Öğleden sonra 16.00 gibi Londra merkezdeydik.
Karavan ile uzun bir şehir turunun ardından (olabilecek ve fotoğraflanacak hemen her büyük yapının yanında karavanı fotoğrafladık) otopark arayışına girdik hem bulmak zor oldu hem de pahalılığı bir kenara koyun 1.90 cm kısıtlaması yüzünde birkaç yere sokamadık kendimizi.
Akşam 20.00 gibi Trafalgar ve Picadilly Circus çevresini mesken tuttuk. Önce Çin Mahallesinde aldık soluğu. Benim damak tadıma pek de uymasa da oldukça yüklü bir Çin yemeğinin ardından gezintiye devam ettik. Gerçekten çok hareketli bir şehir burası. Her köşe başında br atraksiyon & animasyon bulabiliyorsun. Zaman fakiri olduğumuz için 24.00 e doğru Dublin dönüşü daha ayrıntılı bir şekilde hakkını vermek üzere metro ile ayrılıyoruz Londra’dan. Heathrow 1. Terminal’ e ulaşıyoruz. İn-cin top oynuyor. Sınırlı sayıda bankta yolcular tarafından tutulmuş durumda. Olcay 4. Terminal’e gezmeye gidince biz ikimiz de kapanmış bir kafenin sandalyelerini birleştirip kestiriyoruz biraz. Şimdiki ayrıntıya dikkat: Polis var polis var. Herhalde bizim ülkemizde olsa cop ile dürtüp. ‘Gardaşım burası yatak odası mı Galk Git burdan’’ deyip kovalardı. Burada özür dileyip uyandırıyor. Nereye gideceğimizi ve saatimizi sorup uçak kalkışından 1 saat önce check-in işlemlerimizi tamamalamamız konusunda hatırlatmalar yapıp, iyi uykular deyip tekrar dolaşmaya devam ediyor. Ben dumur içinde uzanıyorum. Bahti uyanmıyor bile.

06.45 uçağı ile 50 dk lık uçuşun ardından Dublin..............

         James Joyce’u bilen veyahut az da olsa okumuş olan biri için daha anlamlı bir şehirdir burası. The Dubliners, Ulyess de anlatılır durur uzun uzun. Kendisinin de tarihe ‘’ Ölümümden sonra kalbimde Dublin yazacak’’ diye kayıt düştüğü şehirdir burası.
Benim için de beklenen, uzaktan sevilen, ulaşılmayı bekleyen, üstüne üstlük Kelt kültürünün ağırlığını taşıyan  bir şehir idi. O yüzden bu yolculuğun en önemli odağı idi.
                 Periferden otobüs ile şehir merkezine usulca, düzenli, tertemiz yollardan ulaştık. Şehre indiğimizde soğuk kendini iyiden iyiye hissettiriyordu. O’Connell meydanına vardığımızda Fallik bir obje gibi yükselen Dublin Spire göze çarpıyordu. İnternet sorununu çözdüken sonra keşfe başladık bir süre gezdikten sonra  açlığımız galip geldi ve hemen meydana yakın bir yerde güzel bir restorana girdik. Londra’da dün yiyemediğim Fish&Chips ile bir sebze tabağı aldım. Gerçekten de her ikisi çok lezzetliydi. Sonrasında Dublinin simgelerinden ve dünyanın en lezzetli biralarından biri olan Guinness’in fabrikasını gezmeye gittik. Bu arada 22 Eylül Guinness birasının mucidi Arthur Guinness ‘ e adanmış. Bu yüzden şehirdeki tüm barlar günü, Arthur’s Day olarak kutluyor ve tüm kadehler 17.59 da onun için kaldırılıyordu. Bizdeki tesadüfün de böylesi işte. Tam gününü bulduk 360 gün içinde. ( Konser-etkinlik araştırmasını yaparken Dublin’i kıymetli bulup sona bıraktıktan onra unutmuş olmak laf yememe sebep omadı değil, suçumu kabul ediyorum) Fabrikayı geziyoruz. Bu gün içün hazırlıklar, merkez olan bu binada harıl harıl sürüyordu ve ziyaretçiler akmaya devam ediyordu. Bir ara ben kendimi sıranın birinde buldum.  Guinness’i bardağa doldurma eğitimi bu . O kadar yoğun ki doldurduğunuzda bardağın dibindeki akımı izlemek bile büyük keyif vermekte insana. Sertifikamı cebime koyup son kattaki partiye çıkıyoruz. Kadehler Artur’a kaldırılıyor. Bir süre daha orada kalıp eğlenceye katıldıktan sonra fabrikadan ayrılıyoruz. Ama millet ulam ulam gelmeye devam ediyor. Ardından belli bir saatte tekrar buluşmak üzere üçümüz ayrılıyoruz. Olcay çok yorgun olduğundan dinlenmek için bir yer arayacaktı. Bahtiyar ise sokakları keşfe çıkacağını söyledi. Ben de James Joyce Centre’ a gidecektim. Gidişim 17.15 i bulunca gidemedim tabii . Bilgi vermekte biraz daha fayda var. Burası bir kültür sanat merkezi. Esas müze Şehrin 8-10 mil dışında ve senenin belli aylarında açık. (Nisan-Ağustos arası gibi hatırlıyorum) şu durumda zaten gezmek mümkün değildi. Ardından nefis bir caddeyi aykırlayıp Irish Bar seçmeye koyuldum. Dublin Rugby takımının bayrakları ile süslü ‘’ O’Reilly’ s Deer Head ‘’i seçtim. Girdiğimde herkes neredeyse bana selam çakıp kadehini kaldırdı. Ben de milletin arasından geçip barın yanına oturdum. Çok enteresan bir yer 20 yaşında da müşterisi var 80 yaşında da. Fonda Irish Folk müziği çalıyor. Televizyonun birinde at yarışı diğerinde Rugby maçı var. İnsanlar gülüp eğlenip dans ediyorlar. Bir arada içeri bir kadın girdi ve kocası olduğunu düşündüğüm adama bağırmaya başladı. Adam, karısını dinledi ve dinledi. Ardından birasından derin bir yudum alıp hiçbirşey söylemeden ortaya çıktı Polka yapmaya başladı. Kadının siniri daha da artmışken çevredeki babaanneler kendisini yatıştırdılar. Sonrasında ben ayrılırken el ele diz dize oturuyorlardı. Barmenlik zor iş sürekli birileri gelip gelip bişeyler anlatıp o da dinlermiş gibi yapıyor. Bana da arada işaret ediyor dinlermiş gibi yaptığını. Gülüp geçiyorum. Çıkarken bir bira parası eksik alıyor bu Arthur’dan deyip, çektiğim fotoğraflar için adresi yazıp veriyor göndermemi istiyor. Eğer sonuçlar makaralardan tatminkar çıkarsa çılgın 70 lik teyzenin fotoğrafını büyültüp yollayacayacağım barın amblemi olan Geyik Kafasının yanına asmaları için...
                    Akşam 8.30 gibi Bahtiyarla buluşuyoruz. Irish Bar gezintisine devam Darkey Kelly i seçiyoruz bu sefer. Burası da eski barlardan biri. Girdiğimizde afişlerini bugün tesadüfen alakasız bir yerde gördüğüm Irish Celts sahnede. Gitar ve Bonjo’ya çok hakimler vokal ise Tom Waits-Orson Wells arası bir yerlerde. Varın siz düşünün  müziğin güzelliğini. Ayaküstü muhabbet edip yerel bira ve Whiskey lerden tattıktan sonra Olcay’ı almak için birkaç saatliğine dinlenmeye çekildiği hosteline gidiyoruz. Sokaklar cıvıl cıvıl binlerce insan Artur G. için toplanmış gibi sanki. Çok başarılı sokak müzisyenleri var buranın. Bazıları ile tanışıp muhabbet ettik. Paralı-parasız demo kayıtlarını-albümlerini aldım. Hostele dönmeden önce karnımızı doyurmak için bir burgerciye uğruyoruz. Rocket Burger. Bahti ile hayatmızda gördüğümüz en kalın  hamburgeri yiyoruz. Daha doğrusu yemeğe çalışıyoruz. Fazlasıyla doyurucu geliyor. Ardından nehir manzaralı yolun yanında sıyrılıp hostele varıyoruz. Eski bir bina bu, çok iyi düzenlenmiş ve restore edilmiş. Olcay’ı alıp taksi ile havaalanına gidiyoruz. Ve o kadar yorulmuşuz ki banklara yığılıyoruz. Su yüzü görmeyeli 3-4 gün oluyor heralde.
           23 eylül sabahı oluyor. Bugün doğumgünüm...
Bugünü Dublin’de geçirmek istediğimi Bahti ile Olcay baştan beri biliyorlardı ama programın aksayacağından dolayı mecburen Edinbrough ya gidecektik. Sırada lak lak ederken ve kapılar açıldığında fark ettik ki biz çıkış damgasını almadık. Hemen koşa koşa girişe gitmeye başlıyoruz ama mesafe çok uzun bizi önce bir yere yönlendiriyorlar. Orada benzer durumdan muzdarip bir Afro-Amerikalı ile karşılaşıyoruz. Her yer kapalı ve çıkamıyoruz o kattan. Seseleniyoruz çıkan görevli de yok üstelik. Sonrasında bir kadın görevli çıkıp bize kapıyı açıyor. Gidip imzaları almak için tekrar aynı prosedürlerden geçip, taranıp içeri tekrar giriyoruz. Bahti önden gidiyor, Olcay arkadan ben de en arkadayım. Ayağım, malum parmak arası terlik deneyiminin ardından taş kesikleri ile dolu olduğu için koşamıyorum. Shuttle a atlayıp geldiğimde Bahti ve 2 İskoç kızın cam kenarında somurttuğunu görüyorum. Zamanında gelinmesine rağmen bi sebepten ötürü kapanmış ve açmamışlar. Şimdi problem Olcay... O yok.  Benim önümdeydi ama yolda görmedim. 5-10-15 dk bekliyoruz eser yok. Gidip anons yaptırıyorum. Yine en başa  kadar gidiyorum Bahtiyi çantalarla bırakıp. Ve karşıdan Olcay koşarak geliyor. ‘’Hadi koş yetişelim’’ diyor ve ben de hafif tebesümlü bir ifade ile ‘’ Abi herşey için artık çok geç’’ cevabını alıyor benden. Havaalanında olup da uçağı kaçırma örneğinin bi başka benzeri varmıdır bilemem ama yaptığımız tam ‘’Şapşallık’’ orası kesin. Ardından bara geçip hem dinlenip hem de plan yapıyoruz. Bu saçmalığın verdiği şapşallığı üzerimizden atmaya çalışıyoruz. Bu arada Olcay Jameson ve Guinness leri getirttirip bu arada doğumgünü kutlamasını da aradan çıkarıyoruz. Saat 07.45’de :)
Birkaç saatlik dinlenmenin ardından öğle yemeği için tekrar Dublin’e iniyoruz. Bu arada kendi adıma hala Dublin’de olmaktan en ufak bir rahatsızlık duymuyorum tabii. The CHURCH diye bir mekan gidiyoruz. Adından da anlaşıldığı gibi bir kilise burası. Artık ibadet amaçlı kullanılmıyor. Restore edip binaya bir çeki düzen verildikten sonra restoran haline getirilmiş. Geleneklsel İrlanda yemeği yemek istiyoruz. Önce kahverengi İrlanda ekmeği ve tereyağı geliyor ardından enfes bir sebze çorbası. Ortaya kalamar salatası söylüyoruz kendim özel soslu beef Strognoff a benzer bir et yemeği söylüyorum. Bu  da çok doyurucu geliyor zar zor bitirebiliyorum (ki bu benim !!)
Ardından arkadaşlar yorgun olduklarından havaalanına dönüp dinlenmeyi tercih ediyorlar. Ben ise Dublin’in tadını biraz daha çıkartmak için sokaklara düşüyorum. Önce bir Irish Coffe içmek için En eski barlarından birine giriyorum Dublin’in. Temple Bar. Burayı da biraz açayım sana. Temple Bar hem özel bir barın ismi hem de zaman içinde o bölgenin ismi haline gelmiş. Yani Temple Bar nereye düşer hemşerim diye sorar isen. Zaten buradasın cevabını alırsın , ardından 2. Kez sorduğunda sana tarif edecektir. Gelelim mekana, Çok meşhur bir yer burası, çok da eski 1800 lü yıllara uzanıyor. Öğle saatleri olmasına rağmen tıklım tıklım. Bahçesinde de diğer bölümde de yer yok neredeyse. Tabure çekip sahneye yakın bir yerde hem kahvemi içip hem müzik dinliyorum. Ambiyansı harikulade. Şu anki en uzun sahnede kalıp şarkı söyleme guinness rekoru bu senenin başlarında burada kırıldı. İrlandalılarla biraz daha sohbet ettikten sonra  müziğe de doyup vuruyorum kendimi sokaklara tekrar. Biraz yol yapıp şehrin diğer uzak mahallerine doğru yol alıyorum. İkisi gelmediklerine pişman olacaklarını rahatlıkla söyleyebilirim. O kadar güzel ve tarihi bir görünümü var ki... Bilerek ve isteyerek sokaklarda kayboluyorum.
Klasik bir soru olan ‘’ İstanbul olmasa nerede yaşamak istersin ? ‘’  sorusunun cevabı benim için Dublin’dir.
Edinburgh seferini iptal edip ilk uçakla Londra’ ya dönüyoruz.
Akşam 22.30 Londra....


olcay / 23 eylül


Sabah uçağı kaçırdık, havaalanında sabahlamamıza rağmen uçağı kaçırdık. Elektronik check-in yapmamıza rağmen sözde elektronik biletimizi kaşeletmediğimiz için son konturolden tekrar başa giderek aynı işlemleri yaptık. Görevliye kaşe, xray araması yeniden yaptık. Bileti aldığımız firmanın kapısı apronun en sonundaydı. Yapacak birşey pek bir şey yok. Dolayısı ile lEdingbrough' u rotamızdan çabuk bir kararla çıkardık. Ve akşam uçağına Londra'ya bilet aldık tekrar. Bu arada 23 Eylül Uğur'un doğum günü. Doğum gününü İskoçya' da kutlamayı düşünüyorduk ama Uğur'un daha yola çıkmadan doğum günüm Dublin'de geçirmek istredim hayali burada gerçekleşti. Bunu da fırsat bilerek vede bu saatte uçağımız olmadan hemen en yakındaki barda kutlamayı yaptık. Birer İrlanda viskisi ve birer İrlanda siyah birası. Mutlu yıllar Uğur! Gün boyu yapacak pek bir işimiz yok, çokta yorgunuz.Uğur görmediklerini için tekrar şehre gitmek istediğini söyledi. Hep beraber Dubline' e tekrar gittik. Yerel İrlanda yemekleri için tavsiye alıp ünlü bir restorana gittik. Burası önceden kilise olan bir mekan. Hatta bu ünü Arthur Guinness' in de burada evlendinden geliyor. Yapı eski olamasına rağmen iç dekorasyonun yenilendiğinden bence çekiciliğini kaybetmiş. Seçtiğimiz yemekler geldiğinde yanında yine siyah bira söylüyoruz. Yemekten hemen sonra Uğur tek başına ayılıyor. Bahtiyar'la bir süre daha çevrede dolaşıyoruz. Sokaklarda hep sokak sanatçıları var. Genelde hemen hepsi şarkı söylüyor 3-5 kuruş için. Ama bizdeki sokak şarkıcılarına göre oldukça donanımlılar, ekipmanları oldukça fazla. Oyalanmaya çalışıyoruz ama çok yorgunuz,çok uykumuz var, çok da kirliyiz bu arada. Halaalanına dönmek için otobüse biniyoruz ama parayı bozuk istediklerinden Bahtiyar bozdurmak için indikten sonra hemen otobüs hareket ediyor. Şimdi herkes tek başına. Bir buçuk saat kadar sonra Bahtiyar çıka geliyor, Uçağın kalkmasına hala 4-5 saat var. Oyalana oyalana havaalanında dolaşıyoruz. Gündüz haalanında uyuklayacak pek koltuk yok. Bilet işlerimizi bu sefer erken hallettiğimizde sorunrsuz uçağın kapısına geliyoruz. Uğur' da bu sırada yine bir dünya hediyelik eşya alarak yorgun halde geldi. Sorunsuz uçağa bindikten sonra yarı uyuyarak Londra'ya geldik. Yalnız büyük bir sorunumuz var, çok yorgunuz dinlenmemiz gerekli fakat konkalayacak ne yerimiz ne de herhangi bir yere rezervasyonumuz var. 2 gün önce güvenli olsun diye West End' de otoparka karavanımızı almaya gidiyoruz. Bu 2 günlük güvenli otopark bize 90 sterline patlıyor ya neyse. Bahtiyar avigasyonumuzdan en yakın karavan parkı bulup işaretliyor. 1 saat sonrasında kapısı kilitli muhteşem hazrlanmış bir karavan kampına geliyoruz. Kapıda uyarı var; akşam 10 sabah 8 saatleri arası kapı kapalıdır! Bu saatler arasında gelenler yakındaki otoparkta kalabilirlermiş. E tabi bizimde böyle kurallara alışkanlığımız olmadığından kös kös otoparkta gecelemeye gidiyoruz. İlk akşam yunan gmrüğünden aldığımız rakıyı daha ilk kez burada açıyoruz. Herkes nedense ilk kadehte pes ediyor. Karavanda yer bölüşümü yapıp hemen uyukuya dalıyoruz. Hiç kimsede yerine itiraz etmiyor.Üçümzüde çok yorgun, çok uykusuz ve çok kötü kokuyoruz.

 
Sabah uçağı kaçırdık, havaalanında sabahlamamıza rağmen uçağı kaçırdık. Elektronik check-in yapmamıza rağmen sözde elektronik biletimizi kaşeletmediğimiz için son konturolden tekrar başa giderek aynı işlemleri yaptık. Görevliye kaşe, xray araması yeniden yaptık. Bileti aldığımız firmanın kapısı apronun en sonundaydı. Yapacak birşey pek bir şey yok. Dolayısı ile lEdingbrough' u rotamızdan çabuk bir kararla çıkardık. Ve akşam uçağına Londra'ya bilet aldık tekrar. Bu arada 23 Eylül Uğur'un doğum günü. Doğum gününü İskoçya' da kutlamayı düşünüyorduk ama Uğur'un daha yola çıkmadan doğum günüm Dublin'de geçirmek istredim hayali burada gerçekleşti. Bunu da fırsat bilerek vede bu saatte uçağımız olmadan hemen en yakındaki barda kutlamayı yaptık. Birer İrlanda viskisi ve birer İrlanda siyah birası. Mutlu yıllar Uğur! Gün boyu yapacak pek bir işimiz yok, çokta yorgunuz.Uğur görmediklerini için tekrar şehre gitmek istediğini söyledi. Hep beraber Dubline' e tekrar gittik. Yerel İrlanda yemekleri için tavsiye alıp ünlü bir restorana gittik. Burası önceden kilise olan bir mekan. Hatta bu ünü Arthur Guinness' in de burada evlendinden geliyor. Yapı eski olamasına rağmen iç dekorasyonun yenilendiğinden bence çekiciliğini kaybetmiş. Seçtiğimiz yemekler geldiğinde yanında yine siyah bira söylüyoruz. Yemekten hemen sonra Uğur tek başına ayılıyor. Bahtiyar'la bir süre daha çevrede dolaşıyoruz. Sokaklarda hep sokak sanatçıları var. Genelde hemen hepsi şarkı söylüyor 3-5 kuruş için. Ama bizdeki sokak şarkıcılarına göre oldukça donanımlılar, ekipmanları oldukça fazla. Oyalanmaya çalışıyoruz ama çok yorgunuz,çok uykumuz var, çok da kirliyiz bu arada. Halaalanına dönmek için otobüse biniyoruz ama parayı bozuk istediklerinden Bahtiyar bozdurmak için indikten sonra hemen otobüs hareket ediyor. Şimdi herkes tek başına. Bir buçuk saat kadar sonra Bahtiyar çıka geliyor, Uçağın kalkmasına hala 4-5 saat var. Oyalana oyalana havaalanında dolaşıyoruz. Gündüz haalanında uyuklayacak pek koltuk yok. Bilet işlerimizi bu sefer erken hallettiğimizde sorunrsuz uçağın kapısına geliyoruz. Uğur' da bu sırada yine bir dünya hediyelik eşya alarak yorgun halde geldi. Sorunsuz uçağa bindikten sonra yarı uyuyarak Londra'ya geldik. Yalnız büyük bir sorunumuz var, çok yorgunuz dinlenmemiz gerekli fakat konkalayacak ne yerimiz ne de herhangi bir yere rezervasyonumuz var. 2 gün önce güvenli olsun diye West End' de otoparka karavanımızı almaya gidiyoruz. Bu 2 günlük güvenli otopark bize 90 sterline patlıyor ya neyse. Bahtiyar avigasyonumuzdan en yakın karavan parkı bulup işaretliyor. 1 saat sonrasında kapısı kilitli muhteşem hazrlanmış bir karavan kampına geliyoruz. Kapıda uyarı var; akşam 10 sabah 8 saatleri arası kapı kapalıdır! Bu saatler arasında gelenler yakındaki otoparkta kalabilirlermiş. E tabi bizimde böyle kurallara alışkanlığımız olmadığından kös kös otoparkta gecelemeye gidiyoruz. İlk akşam yunan gmrüğünden aldığımız rakıyı daha ilk kez burada açıyoruz. Herkes nedense ilk kadehte pes ediyor. Karavanda yer bölüşümü yapıp hemen uyukuya dalıyoruz. Hiç kimsede yerine itiraz etmiyor.Üçümzüde çok yorgun, çok uykusuz ve çok kötü kokuyoruz.

bahtiyar / 10.gün

Feribota bindik, yine deck camping. Ama yol kısa olduğu için hiç yayılmadık. Ben biraz casinoda vakit geçirdim, Olcay ve Uğur blog yazısı yazdılar. Ben yazı yazarken ikisi de ikinci rüyalarındaydı. Fransaya girerken ben geçtim direksiyona. Gecenin saat bilmem kaçı olmuş, benzin bitmek üzere, 3 benzinlik dolaştım, hepside sadece kredi kartıyla çalışıyor. Benim kredi kartım nedense benzinliklerde hep geçersiz. Diğer yerlerde sorun olmadı nedense. En sonunda Olcay'ı uyandırdım, ilk olarak Texaco marka bir benzinlikten deneme yaptık, daha sonra sadece 5km. gerideki fakat litresi 20 cent daha ucuz olan Carrefour marka benzinlikten depoyu fulledik. Ağzına kadar doldurdum ucuz bulunca. Ha bu arada texaco Belçika'daydı. Yani Belçika'ya gitmek için benzin lazım ama benzin Fransa'da daha ucuz. Belçika'dan Fransa'ya gitmeye yetecek kadar benzini Belçika'dan alıp, Fransa'dan depoyu fulleyip, Belçika üzeri Hollanda. Vay be.. Bir de güneydoğudan Suriye'ye benzin almaya gidenler garip geliyordu bana :)
Belçika girişinde fotoğraf çektim, biraz ilerleyince sis bastırdı. Hazır uykum da var, otoyol üzerinde bir park alanına çektim 1-2 saar kestirmek için. 06:30'da durup, 07:30'a alarmı kurup, 08:30'da uyandım :) Bir iki benzin istasyonu sonrası kahvaltı için durduğumuzda Amsterdam yönüne giden yaklaşık 10 ane volkswagen geçti otoyoldan. Büyük ihtimalle etkinlik var deyip hızlandık biraz. Şehir girişinde baya bir trafiğe takıldık. İleride bir vosvos gördüm, biraz motoru bağırtmadan ve birkaç Ankara style makas'tan sonra yanına yanaştım elemanın, sorduk etkinlik var mı? Nerede? diye, bilmiyormuş. Bu arada karşı şeritten antika, aşırı bakımlı klasik, süper eski model diye tanımlayabileceğim birçok araba geçti.
Amsterdam'a direk şehir merkezine bodoslama girdik. Garmin gerizekalısına kalsa bizi Kayseri üzeri götürecek, iyi ki Yola çıkış sabahında cep telefonuna yüklemişim navigasyonu. iGo herkese tavsiye derim. Şehir merkezinde tek bir şey dikkat çekiyor. Her yer SS. ( tü, pis, kaka ürünlerin satıldığı dükkan. Kısaltmamın sebebi ise yazıyı okuyan 18 yaş altı insanların da olabileceği, konuyla ilgili kelimelerin internetten aratılıp; ahlaklarının bozulma ihtimalini düşünmemdir). Başlıyoruz direk botel aramaya. (botel: eski teknelerin hostel'e dönştürülmesi sonunda ortaya çıkan konaklama yeri). Garmin gerizekalısı yine birşeyi beceremiyor. Arattık botel diye, bizi götürdüğü yerde bir çin lokantası, bir de kafe var. Kafenin bedava kablosuz internetinden başka botel adresleri bulup devam etmeye çalışıyoruz, Garmin gerizekalısı yine devrede. Bizi götürmeye çalıştığı yere giden yolda çalışma var. Alternatif üretemiyor. Bir iki saati o şekilde harap ettikten sonra en ilkel çözüme geri dönyoruz, arabadan inip birisine sormak. Doğru cevap, yürüyerek beş dakikada vardık. Başladık Olcay'la botel botel dolaşmaya :) tek kişilik oda olmadığı, toplamda da 3 kişilik yerleri olmadığı için çıkıyoruz. Kısa bir toplantı sonunda çözüm: Olcay>otel, Uğur>botel, Bahtiyar> araba. Neden mi? Vatikan olayından sonra gecelediğimiz yerlerde boş bırakmıyoruz arabayı. Arabayı da sahilde manzaralı ve güvenli bir otoparka park ediyorum(15:00). Ben arabanın içini uyunacak hale getirirken Olcay ve Uğur'da yerleşip arabaya geliyorlar(16:00). Şehir merkezine doğru yola çıkmamız (16:34). Bu kadar sürede ne mi yaptık? Sorunuz: Unutkan Uğur :)
Şehirde inanılmaz oranda bisiklet ve eski araba var. Araba açısından şunu söyleyebilirim ki Citroen DS'ler, 2CV6'lar, 1940'lı modellerde Volvo'lar hiç heyecanlandırmamaya başladı beni. Bisiklet konusu daha beter. İlk defa çok katlı bisiklet parkı gördüm. Ufak filan da değil, 5-6 katlı, onbinlerce bisiklet! T3 yüksek tavan da çok fazla vardı. Gerçi bırakın T3'ü, yüksek tavan Renault Megane bile varmış. Pevgeot 205 kamyonet de Ostim'den önce Amsterdam'da!
Şehir merkezi hediyelik ürünler, cinsel münasebetleri renklendirici ürünler (SS'ten yerine bu açıklama kulağıma daha hoş geldi) ve insanı kendinden geçirip başka dünyalara gönderen ürünler satan dkkanlarla dolu. Güya ikinci el eşyalar satan bir pazar çıktı karşımıza ama hikaye. Tamamen turist düdüklemece. Orada dağılıyoruz şehri gemeye. Ben ana meydan tarafına gittim. Çok kısa zamanlara müze gezisi sıkıştırmak, otellerde dağıtılan bedava haritalardaki işaretli yerlere gitmek ya da japon turistler gibi fotoğraf çeke çeke gezmek yerine; o memleketin meydanına gitmeyi, biramı alıp bir merdivende yudumlamayı ya da manzarası güzel bir kafede kahvemi içmeyi severim. Meydanda bir tur attıktan sonra Olcay'la karşılaştık tekrar (dünya küçük) baya bir oturduk meydanda.
Olcay'la da ayrıldıktan sonra dolaşıyorum, kafamı nereye çevirsem kırmızı sokak lambası. Arkadaşım sizin ülkenizde yok mu kütüphane? Kıraathane? Dernek lokali? Hadi anladık sanata, bilime çalıştırmıyorsunuz kafanızı, bari biraz efendi olun! Daha fazla uzatmayayım ben bu konuyu, asabım bozuluyor.
Arabaya doğru giderken bir kayboldum, bir kayboldum, olmaz böyle kaybolma. 1,5 saat! Otopark ışıklı bir saat kulesinin 2 alt sokağındaki sahilde. Ben nereden bileyim o saat kulesinden 13-15 tane olduğunu? Şehir zaten Venedik gibi, her tarafı sahil her tarafı köprü.. O yorgunluğun üzerine arabaya ulaşınca daha önce denemediğim 2 bira alıp, ayaklarımı uzatıp yorgunluk attım biraz. 10. günün bitişi de böyle oldu.

bahtiyar / 9.gün

Uzun zamandan sonra uzanarak, yastıklı-uyku tulumlu bir uykudan sonra saat 08:30 civarı uyandık. Plan kamp yerinde duş alıp, eşyalarımızı düzenleyip hemen Londra'ya gidip müzeleri, tarihi-turistik yerleri gezmekti. Kamp alanına girişte görevli teyze ilk başta fırça attı bize biraz, sanırım gece geldiğimizi kameradan izlemiş sabah, ufak bi anlaşmazlıktan sonra girdik içeri. Ama biz haklıydık. 22:30'dan sonra kamp alanına girilmezmiş, bilmiyor muymuşuz? Sanki her haftasonu kampa Londra'ya gidiyoruz..
Teferruatlı kayıt işleminden sonra içeri girdik. Herşey çok özenle hazırlanmış ve planlanmış. Araba park edilecek yerler beton kaplı, diğer her taraf yeşil. Hem girişteki nnizamiye kapısı, duşlar ve mutfak kilitli, hepsinin şifresi ayrı ayrı. Temizlik 10 üzerinden 10. Kısaca mükemmel! Çevresi tamamen ağaçlarla kaplı, orta kısımda hiç ağaç yok, bence gerek de yok çünkü içerideki her karavanda tente var. Bu arada her park kısmının yanında elektrik kutusu da var.
Aldık duşlarımızı, eşyalarımızı düzledik, kahvaltı-kahve faslını yaptık, ben debriyaj pedalını ayarladım, derken saat 13:00 oldu. Direk şehir merkezine gittik. Camden Town ilk durak oldu. Müthiş bir yer. Tam gençlik merkezi. 16:15'te buluşmak üzere dağıldık, herkes biraraya geldiğinde 16:45 olmuştu bile. Yani British Museum ve Empire War müzesi işi yalan oldu. Oradan Covent Garden'a doğru yollandık. Merkezde okuldan arkadaşım Yasin ve onun arkadaşı Burak'da katıldı bize. Normal hayatında tanıyıp görüştüğün birisiyle farklı bir yerde karşılaşmak ve zaman geçirmek muhteşem bir duygu. Biraz turaladıktan sonra bir English Pub'da vurduk biranın ve sohbetin gözüne. Her yerde sokak müzisyenleri, insanlar hiçbir durumda birbirlerine saygılarını kaybetmiyor, herkes neşeli, heryerde kahkahalar.. Çok sevdim Covent Garden'i.
Saat 20:00 civarıydı sanırım ayrıldık, Soho'dan bir emaneti alıp taksiyle arabanın yanına.. Marketten atıştırmalık birşeyler alıp yola çıkmamız 22:30 civarı.. Yol üzerinde yemek yemek için durduk, Olcay ve Uğur atıştırırken ben birikmiş yazıları yayınladım blog'da.
Manş'ı sürerek geçmek istedik, aynı zamanda zamandan da tasarruf etmiş olacaktık ama 280 euro bizi caydırdı. Geri dönüp feribot iskelesine yanaştık. İlk feribot 00:45'te. Gümrük işlemlerini hallettikten sonra polis karavanı arama bölgesine çekmemizi istedi. Tam içerdeki eşyaları toparlamaya çalışıyoruz ufaktan, arama yapacak polisi bir gördük ki!!! Orada zaman durdu! Kelimeler kifayetsiz kaldı! Abla Top Modellikten sıkılıp polisliğe başlamış. Düşünün ki uzun sarı saçlı, renkli gözlü, hafif çilli, uzun boylu, 90-60-90! Öyle böyle değil. Hem güzel, hem sempatik, hem çıtı pıtı, hem görgülü, hem dürüst, hem çalışkan.. Hatta sokakta hanımefendi, mutfakta aşçı olduğuna bile eminim :) Uzatmayayım, arandıktan sonra geçtik feribot sırasına, sanırım saat 00:00 civarıydı ve 9. gün blogunun da sonu...

bahtiyar / 8.gün

Sabah uyandık, hemen çanta kontrolü, kişisel bakım, kahve.. Hani İskoçya'ya gidicez ya.. Biletler cebimizde, uçuşun gerçekleşeceği kapıya gittik erkenden, oturuyoruz öyle.. Olcay "bu biletin üzerinde vize filan bişeyler yazıyo" dedi. Hikaye bu cümleyle başlar... Kapıdaki görevliye sorduğumda çıkış işleminizi onaylatmanız gerekiyordu dedi. Nereden? Ryanair ofisinden. Yani girdiğimiz kapıdan. Yani yaklaşık 600-700 metrelik kalabalık bir yürüyüş parkurundan! Başladık koşmaya. Kalabalığı yara yara koşturuyoruz, zaten ucuza bilet almak için tek kabin bagajı şartı var. Bizde 2'şer tane, bir de onlar engellemeye çalışıyor koşmamızı.. Bir de şöyle bir durum var, biz normalde güvenlik taramasından geçtiğimiz için o kapıdan geri giremiyoruz, haydi başka tarafa koş. Ülkeye yeniden giriş yapacağız yani. Pasaport kontrole vardık, bir de zenci eleman var bizim durumumuzda, bir tane bile görevli yok! Bağır, çağır, kapıları tıkla.. Dozu da artıramıyoruz, sonuçta polisler. Yaklaşık 6-7 dakika sonra bayan bir polis gelip dinledi, hiçbir evrağımızı kontrol etmeden "geçin" dedi. Koşturmaya devam, gittik ofise, kadın bastı mühürleri, yeniden uçağa koş.. 15 dakika var tarifesine. En genç ben olduğum için en hızlı da benim aynı zamanda. Kapıya ulaştım kan ter içinde, kapatmışlar. 2 de kız var terden sırılsıklam olmuş, benim durumumda.
( Şimdi hikayenin bu kısmına orada ilk gözgöze geldiğimizde aramızda bir elektriklenme oldu, birbirimize doğru yürümeye başladık. Ben tek başımaydım ama onlar iki kişiydiler ve ikisinin de heyecanı gözlerinden belliydi filan diye devam eder, kendi lehime baya bir sallardım ama bizbizeyiz şurada, doğruları konuşmakta fayda var. )
Etrafa bakınıyorum, görevli kimse yok. Diğer kapıdaki görevliye gidip 5 kişi hazır olduğumuzu bizim uçağın ramp supervisor'una söylemesini rica ettim. Cevap " locked up" ! Yav diyorum daha merdiven açık (Ryan Air'de uçağın kendi merdiveni var, yanaşan birşey yok), Beacon yanmıyor (bkz. havacılık terimleri), nasıl hazır uçak? Arada yürüme mesafesi 10 metre ya var ya yok! Görevli de üzüldü halimize ama bizim uçaktan sorumlu gavur İrlandalı ramp supervisor'u gıcık mıdır nedir açmıyor. O ramp supervisoru için küfür etmek istiyorum, fakat bu yazıları çoluk çocuk okuyordur filan, psikolojileri etkilenmesin, yabancı dilde küfür edeyim bari de anlamasınlar. Pezevengis! (Yunanca)
Görevlinin yardımcı olmak istediği her halinden belli, tekrar bizim kapıya gidip kızlara rica ediyorum, gidin bir de siz konuşun, saçlarınızı savurun filan diye, gittiler, sonuç yok. (tabi koşturmaktan leş gibi terlemişler, saç baş dağınık, sonuç bu olur). Cama yapışıp kaptana işaret etmeye çalışıyorum, yok bende havacıyım, ben senin yerinde olsam açarım, 5 metre hemen geliriz filan. Ama kokpitten nasıl görünüyorsam artık sadece ışığı açıp ellerini iki yana açtı, kapattı ışığı. Başladım bizimkileri beklemeye. Bu arada uçak hala bekliyor, merdiven de açık. O esnada hani havalimanlarında yaşlı ve engellileri taşıyan arabalar olur ya, onunla doktor geldi şehzade gibi. E aramadan önce ben geçtim, sonra Olcay, sonra doktor. Olcay niye yok? Bir ampul yandı direk. Ping! Uçakta! Telefonumu açtım, mesaj geldi, Olcay 3 kere aramış. Ben arıyorum, telefonu kapalı. Uçakta olma ihtimali büyüyor kafamda. E beni geçmedi? Kısa bir ara geçiş filan da yok. Doktor eşyalarını bırakıp geri Olcay'a bakmaya gitti, belki yolda bir terslik olmuş olabilir diye. O esnada bir görevli geldi uçak tarafından, yolcu listesinin olup olmadığını sordum, güvenlik sebebiyle söyleyemezmiş.. Ben başladım internetten ilk Edinburgh uçağına bilet aramaya. İçimden de diyorum Olcay nasıl sattın gittin bizi filan diye. Uçak 06:35 idi, 06:55 civarı doktorla yanyana geldi Olcay. koşarken yolları karıştırmış, bir daha aramışlar filan. Yetişemedik yani. Bunları anlattım kısaca, Olcay'ın tepkisi "dua etsinler iyi insanlarız da bomba ihbarı yapmadık" oldu. Bakıyoruz birbirimize, ne yapalım ne yapalım? Haydi Uğur'un doğumgününü kutlayalım. Girdik hemen yandaki bara, önce birer duble Jameson viski, ardından Guinnes! saat 07:15 filan. Kadeh kaldırıp kutladık doğumgününü, video çektik filan, hani olan oldu ya; nasıl rahatız. Akşam 20:40 uçağına Londra'ya geri dönüş biletleri hazır.
Baya bir zaman geçirdik orda. İnternet geyikleri, Londra'ya geri dönüş uçak bileti, telefon-kamera şarzları.. Yavaş yavaş toparlanıp, eşyaları emanete bırakıp merkeze gittik yeniden. Traditional Irish food ( yöresel İrlanda lezzetleri) arıyoruz. Turizm ofisindeki amca bizi St. Paul Church diye bir yere yönlendirdi. Gittik, gerçekten mükemmel. Eski kiliseyi restoran yapmış elemanlar. Ortasında kocaman bir bar var. yemekler ve hizmet mükemmel. Mekanın özelliği de Arthur'un evlilik töreninin o kilisede yapılmış olması. Doktor eksik kalan sanat sepet ziyaretleri için ayrıldı yanımızdan, biz yumuşak koltuklara oturup 1 saate yakın keyfini çıkardık. Sonra kaşınıp biraz daha alışveriş yaptıktan sonra havalimanına gidip uyuyalım dedik. Otobüs kağıt para almadığından Olcay gitti ben kaldım. 40 dakika filan gecikmeli de ben gittim havalimanına. Bu sefer de Starbucks'un yumuşak koltuklarına iliştik. O yorgunluk ve uykusuzluk düzeyinde uyumak değil oturmak bile büyük keyif.
Biletleri kontrol ettirip uçağın kalkacağı kapıya yöneldik tekrar. Duty free gezdik biraz. Kapıda beklememize rağmen uçağa en son biz bindik. Hatta en son Uğur bindi. Ama sonunda binmiştik ya önemli olan da o. İndiğimide saat 22:00 civarıydı. Heatrow'da 4. terminalden alışveriş yapmaya gittik, kapalıydı. Metroyla şehir merkezine giderken içim geçmiş, kızlı erkekli bir grup kafası iyi ergen baya bir eğlenmiş benimle.. Arabanın yanına gittiğimizde tek problem kalacak yerimizin olmamasıydı. Arabayla şehri biraz turaladıktan sonra Garmin ilk defa işe yaradı, bizi süper bir kampinge götürdü. Orada da tek sıkıntı kapalı olmasıydı:) Üçümüz de arabanın içinde yatmak için eşyalarımızı ayarladık. Açtık bir de Tekirdağ Altın Seri Rakı.. Of! Geleneksel lezzetimiz Rakı'yı Highland Spring Water ile sulandırıp yanında da mozarella peyniri yemek garip oldu ama olsun. 8. gün de böyle bitti..

bahtiyar / 7.gün

Havalimanında anında uykuya daldık. Hatta bir ara polis filan gelip sorular sormuş, haberim yok. Ama uçuştan bir buçuk saat önce dınk! açıldı gözlerim. Hızlı bir kişisel bakım, bi kahve, bekle bizi İrlanda! Sen mi büyüksün biz mi? BMI diye bir firma, Airbus A320 uçak, uyuyarak gecen yolculuktan sonra vardık İrlanda'ya. Havalimanında ücretsiz kablosuz internet vardı, yerel saatle de sabahın köründe indiğimiz için biraz vakit geçirdik havalimanında. İnternet işlerimizi hallettik, kahvaltı filan.. Havalimanının önünden direk şehir merkeine giden otobüs var. 41 ve 16a numaraları.. Yol üzerindeki müstakil evler hayranlık uyandırıcı..Yaklaşık 45 dakika sonra şehir merkezindeydik. Direk bir internet cafe bulup Edinburgh uçak biletlerini aldık. Merkeze doğru giderken hemen karşımıza hediyelik eşya satan dükkanlar çıktı. Bir tur attık içeride, mest olduk. Guinnes ürünlerinden burada da var. Londra'dan biraz daha ucuz ama hala çok pahalı.
Ben havalimanında tıka basa yemiştim, Olcay ve Uğur'un ikinci kahvaltıları için bir yere girdik, çok hoşuma gitti. Bu arada ilk orjinal Irish ablayı orada gördüm. Çıkınca şehir merkezinden sallana sallana Guiness fabrikasına doğru yürümeye başladık. Malum Dublin'e uğrama sebeplerimizden birisi. Yolu öğrendik, elimizde harita, gidiyoruz, sorun yok. Karşımızdan bir sarhoş evsiz geliyor, çat! doktor adamın fotoğrafını çekme maksadıyla adres sordu. (önceki örnekler için bkz. 3.gün: doktor esrarkeş Paki'leri ta Livorno'da buluyor). Be adam mıknatıs mısın? İnceden yürüdük Olcayla, adam esir etti Uğuru.
İlerliyoruz fabrikaya doğru, yolda panayır gibi bir yer, herkes ev yapımı yiyecekler satıyor, tatlı aldık, inanılmaz ötesi. Süper! Muhteşem! Bu arada fabrikaya giderken birşeyler dikkatimi çekti. Her yer şenlik alanı gibi. Bütün barlarda afişler, bayraklar, hazırlık.. Öğrendik ki Arthur's Day kutlamaları varmış. Bu Arthur; Dublin için büyük adam. Guiness fabrikalarının kurucusu. Bolu için İzzet Baysal ne ise, Safinaz için Temel Reis ne ise, cep telefonu için şarz ne ise bu da öyle. Adam kalkındırmış ülkeyi.. Çocukları, torunları da sağolsunlar işlerine sahip çıkıp, gözlerinin önüne bakıp işe devam etmişler. Aferim onlara.
Gelelim Uğur meselesine. Eski yazıları takip edenler bilirler, yola çıkmadan önce adama tek bir görev verdik, o da gideceğimiz rotadaki etkinlik, konser, önemli gün, maç vs. araştırmaktı. Dublin'de öğrendi o da Arthur's Day olduğunu. Hayır dandik birşey değil, dünyanın bilmem kaç yerinde eylem filan yapmış insanlar o gün resmi tatil ilan edilsin diye. Sorduğunda da "ben ne bileyim ulan" cevabını alıyorsun. Ama adam Paris'te bilmem ne sanat, veterinerlik müzesini filan biliyor.
Girdik fabrikaya. Ben daha önce Pilsner Uruquell fabrikasını da gezdiğim için çok şaşırmadım. İçeride sürekli bir adam düdüklemece. Sanırsın uzaya roket attılar. Neyse çok üstlerine gitmeyim, tarafsız olmak gerekirse hem fabrikası, hem birası, hem sosyal konulardaki duyarlılığıyla alkışlanası marka. Şu andaki yetkili olur da "başlarım fabrikasına, kapatıyorum, yelkenle dünya turuna çıkıcam" dese bitti ülke. Neyse, fabrikanın bizlere gösterilen kısmı çok güzel. Ciddi emek harcanarak hazırlanmış, iyi yatırım yapılmış, (giriş adam başı 14.40 euro olsun o kadar), hele en üst kattaki Guiness ikramı! O manzara ve arkadaşlar için bir kare fotoğraf çektirmek.. Güzel duygular bunlar..
Fabrikadan çıktığımızda Olcay'ın son enerjisi de bitti. Baktık otel ya da hostel bakınmaya. O esnada alışveriş işlerini hallettik. Çok şık, şirin bi hostel bulduk Olcay'a. Ben de elimdeki eşyaları bıraktım odasına, gece yarısı havalimanına gitmek üzere sözleşip ayrıldık. Doktor sanat sepet işlerini halletmeye gitti, ben de baya bi dolaştım şehri. Süper memleket. Biraz da Arthur's Day olmasından ötürü sanırım, her yerde eğlence, sokaklar cıvıl cıvıl..17:59'da herkes 1 dakikalığına Arthur şerefine kadeh kaldırdı. Sonra doktorla buluşup biraz da onunla takıldık. Irish Pub can imiş, onu farkettim. Her eve lazım. Ustalar müthiş müzik yapıyordu. Dışarıda sigara içerken tanıştım solistle, sesten nfilan açıldı konu, "sesimi 16 yaşından beri puro çmeme borçluyum" dedi. Birkaç Pub daha gezdikten sonra Olcay'ın kaldığı hostele uğradık, bindik taksiye uyudum. Havalimanına girişte uyandırıldım, binaya girip boş koltuğa oturunca yine uyudum...

ugur / Paris-Calais-Greenwich

               Lyonn’da fazla oyalanmadan Paris’e doğru yola koyulduk. Bahtiyar, aldığı 2 şişe Bordeux şarabı ile arkaya yayıldı, çok geçmeden bir şişesinin dibini gördü bile. Olcay bir süre gittikten sonra mola alanında Co-pilot a geçti daha sonra da uyumak üzere bahtiyarla yer değiştirdiler...
                Yola gelince, düzgün bir o kadar da ıssız. Bir süre daha gittikten sora bahtiyar da uyku moduna aldı kendini. Yaklaşık 200 km kala bir benzinlik girişini kaçırdıktan sonra varışa kadar tek bir benzinlik yoktu. Paris’ 50 km kala bir benzinlik bulduk ama anlamlandıramadığımız bir şekilde 23.30’da kapatıp gitmişler. Şöyle bir durum var geçtiğimiz ülkelerde aklında bulunsun: Benzin istasyonları self-servis. İnip kendin dolduruyorsun ya önce ya sonrasında da ödemeyi yapıp çekip gidiyorsun. İtalya’da sorun yaşamadık. Kapalı olsa da otomatik makinelerle iş halloldu. Ama burada o da yok. Yolda kaldık-kalacağız düşüncesiyle terler süzüldü bir tarafımdan. ‘’ Hadi bakalım Paris yolcuları uyanın yolda kaldık’’’ diyerek uyandırmak hoş olmazdı. Neyse bir şekilde ulaştık ama bu seferde kalacak yer sorunu oldu.         
          Eyfel çevresinde hiçbir otel yada hostelde boş oda yok.   Bir Olcay bir ben arayıp tarıyoruz ama boşuna. Garibaldi bulvarından nehrin diğer yarısına geçiyoruz burada da ara dur. Yok, yok... Madem öyle yine bir trik deneme zamanı.
‘’ Maalesef boş odam yok.’’ !!!
‘’hmmm öyle mi nerede bulabiliriz acaba? Görüyorsunuz uzun bir yoldan geliyoruz...
’’’ Bilemiyorum bu saatte zor bulursunuz’’’ !!!
‘’ Teşekkür ederim, çok yardımcı oldunuz, isminiz neydi acaba, tanıdıklarım olursa buraya yönlendiririm??
‘’ Teşekkürler benim adım Jak’’
          Ardından diğer sokağa yönleniyoruz. İlk otelden de aynı cevap. Biraz sinirli bir ifade takınıp:
‘’ Yalan söyleme biliyorum boş odan olduğunu, Jak beni buraya yönlendirdi ve yardımcı olabileceğini söyledi...
‘’ Jak? O da kim?’’
‘’ Şurdaki otelden, tanımadığını sanmıyorum’’!!
Bir homurdanmanın ardından 2 kişilik odanın var olduğunu öğrenip eşyaları çıkarıyoruz, numara tutuyor. Üstümüzdeki gerginlik biraz hafifliyor. Bahti bu sefer karavanı tercih ediyor. Biz de Olcayla 1 saat sonraya sözleşip dışarı çıkıyoruz biraz fotoğraf çekmek için. Sokaklar bomboş arada uyduruk Eyfel maketlerini satmaya çalışan Afro-Fransız satıcılar var sadece. Otele varıp yığılıyoruz.
             Sabah güne erken başlıyoruz. Olcay’ın arkadaşı Didem geliyor. Biraz lafladıktan sonra dağılıp 3 kişi serbest takılalım bugün deyip Paris’i keşfe çıkıyoruz. Ben Eyfele yöneliyorum. Asansör sırası beklenecek gibi değil, biraz oyalanıp vazgeçiyorum. Dönüşe sarkıtıyorum. Per Lachaise’e yöneliyorum. Yolda aynen benim gibi düşünmüş olan didemle Olcay’a rast geliyorum ve bu sefer de 180 derece fikir değiştirip 669 basamak çıkmaya karar veriyoruz. Çık çık bitmiyor demir ve çelik yapı. Çıktığımızda pert olmuş ama manzara karşısında da mest olmuş buluyoruz kendimizi. Bol bol fotoğraf çekip birer yorgunluk kahvesinin ardından Eyfelden iniş başlıyor ve daha kolay oluyor tabii.
            Metro durağını bulup, mezarlığa doğru uzanıyoruz. Şu bir gerçek İngilizce bişey sorduğunuzda anlayıp cevap vermeyen, göz teması kurmakta imtina eden soğuk biri varsa yanınınzda yüksek ihtimalle Fransızdır. Denemesi bedava. Tesbit şaşmaz. Örneğe daha sonra geleceğim. Neyse Olcayla mezarlığa gidiyoruz. Hızlandırılımış bir tur olduğu için hızlı davranmak gerekiyor. Önce Yılmaz Güney’i ziyaret ediyoruz. Zaten çok kolay ulaşılan bir yerde yatıyor. İlk sırada. Mezarının üstü çiçek ve yazılarla dolu. Ardından yukarı doğru çıkıyor ve kayboluyorum. Bir ara Balzac’ın mezarını buluyor ve ardından yanındaki bölgede Ahmet Kaya’ya rast geliyorum. Hoş bir mezar yazısı ve süslemesi var ama İçimizdeki o yazı yazma aşkından dolayı mezarın üstü çirkinleşmiş. Her gelen tükenmez, keçeli kalem ne bulduysa kendinden bişey yazmak istemiş taşa olmamış tabii... Onu bırakıp Yukarı doğru yönlenip Schophenhauer, Piaf ı bulmak istiyorum ama zaman el vermiyor. Aşağı diğer uca doğru yöneliyorum. Gürültüyü takip ederek Jim Morrison’u buluyorum. Diğer mezarların arasında sıkışıp kalmış. Vardığımda the Doors T-shirt ü giymiş gençleri ellerinde şaraplar mezarların üstünde Break on to the other side diye haykırırken buldum. Gerçekten de en gürültülü ve hareketli mezar burasıydı gördüklerim içinde. Belki Edith Piaf’ınki de öyle olabilir.
             Ardından çıkıp Metro ile Republiq e dönüyoruz. Burada Didem ile karşılaşıp acıktığımızı fark ediyor ve kendisine bırakıyoruz seçimi. O da bir Belçika lokantasına götürüyor bizleri. Birer porsiyon (daha doğrusu küçük bir tencere ) soslu, rokforlu ve kremalı midye söylüyoruz. Burada İngilizce soru sorduğum garson kızın ‘’Burada İngilizce konuşamam sadece Fransızca konuşabilirim deyip bana cevap vermemesine bozuluyorum. Didem’ de bunu aksana bağlıyor ve birçok Fransızın da bu yüzden komik aksan sebebiyle konuşmaktan kaçındığını söylüyordu. Beni  bir parça olsun bu yanıt tatmin ediyor ama yine de gereksiz ve saçma bir sebep olarak düşünmeye devam ediyorum.
              Ardından Quasimodo’ nun mekanına gitmeyi planlıyor ve aşağı yönleniyoruz. Yolda Gothic eşyalar satan bir dükkanda buluyoruz kendimizi, eleman İstanbulu bayaa iyi biliyor. Gothic ve Matal müzik üstüne kısa bir sohbet yapıp ayrılıyoruz mekandan. Notr Dame Kilisesine ulaşıyoruz. Dış görünüşü ve bina üstündeki heykeller ve kabartmalar çok etkileyici, Çizgi roman ve Filmlerden bildiğim bu mekan karşımda. Bol bol fotoğraf çekiyorum, az evvel dediğim gibi heykellerdeki ayrıntılar vakit geçirilmeyi hak ediyor. Çok fazla oyalanamıyoruz ve tekrar metro ile yola düşüyoruz. Yağımızı alıp Didemle vedalaştıktan sonra Calais’e doğru yol alıyor karavan.
Gece geç saatlerde Calais’’e varıyoruz. Manş Denizini su altından geçmek oldukça pahalı olduğundan vazgeçip Feribota yöneliyoruz. Bahti ile biz uyumayı tercih edip, Olcayı Feribotun üst katlarına yolluyoruz. Tam süreyi bilmiyorum uyuduğum için ama 2-3 saatte ‘’heralde’’ Britanya’ya adım attık. 
          Saat 07.00 suları.
Yapılacak ilk iş karavanın bakımı. Olcayla Bahtiyar bu işi kısa bir telefon desteği Recep Usta yardımı ile’’ fevkaladenin fevkinde ‘’ yapıyorlar... Klasik bir İngiliz günü hava kapalı ve yağmur çiseliyor. Şarj aletini unuttuğum için dönüşte o yolda koşmak o kadar da hoş olmuyor benim için
         Bir sonraki  hedef saatlerimizi düzgün ayarlayabilmek için Greenwich oluyor. Burada İletişimim sorunumuzu internet ve call-center da çözüyoruz. Ardından dövizlerin bir kısmını Pound’a çevirip biraz fotoğraf çekmek için oyalanıyoruz. Bu arada İstanbul yazısını görüp yanımıza gelen 4.  Türkçe konuşabildiğim biri olan genç hukukçu Buket’ de selamlar ve sevgiler, şayet yazıyı okuyorsa...
         İşimizi bitirince Olcay’ın ‘’mihmandar’’ lığında Londra’ya doğru gidiyor karavan...