27 Eylül 2011 Salı

bahtiyar / 8.gün

Sabah uyandık, hemen çanta kontrolü, kişisel bakım, kahve.. Hani İskoçya'ya gidicez ya.. Biletler cebimizde, uçuşun gerçekleşeceği kapıya gittik erkenden, oturuyoruz öyle.. Olcay "bu biletin üzerinde vize filan bişeyler yazıyo" dedi. Hikaye bu cümleyle başlar... Kapıdaki görevliye sorduğumda çıkış işleminizi onaylatmanız gerekiyordu dedi. Nereden? Ryanair ofisinden. Yani girdiğimiz kapıdan. Yani yaklaşık 600-700 metrelik kalabalık bir yürüyüş parkurundan! Başladık koşmaya. Kalabalığı yara yara koşturuyoruz, zaten ucuza bilet almak için tek kabin bagajı şartı var. Bizde 2'şer tane, bir de onlar engellemeye çalışıyor koşmamızı.. Bir de şöyle bir durum var, biz normalde güvenlik taramasından geçtiğimiz için o kapıdan geri giremiyoruz, haydi başka tarafa koş. Ülkeye yeniden giriş yapacağız yani. Pasaport kontrole vardık, bir de zenci eleman var bizim durumumuzda, bir tane bile görevli yok! Bağır, çağır, kapıları tıkla.. Dozu da artıramıyoruz, sonuçta polisler. Yaklaşık 6-7 dakika sonra bayan bir polis gelip dinledi, hiçbir evrağımızı kontrol etmeden "geçin" dedi. Koşturmaya devam, gittik ofise, kadın bastı mühürleri, yeniden uçağa koş.. 15 dakika var tarifesine. En genç ben olduğum için en hızlı da benim aynı zamanda. Kapıya ulaştım kan ter içinde, kapatmışlar. 2 de kız var terden sırılsıklam olmuş, benim durumumda.
( Şimdi hikayenin bu kısmına orada ilk gözgöze geldiğimizde aramızda bir elektriklenme oldu, birbirimize doğru yürümeye başladık. Ben tek başımaydım ama onlar iki kişiydiler ve ikisinin de heyecanı gözlerinden belliydi filan diye devam eder, kendi lehime baya bir sallardım ama bizbizeyiz şurada, doğruları konuşmakta fayda var. )
Etrafa bakınıyorum, görevli kimse yok. Diğer kapıdaki görevliye gidip 5 kişi hazır olduğumuzu bizim uçağın ramp supervisor'una söylemesini rica ettim. Cevap " locked up" ! Yav diyorum daha merdiven açık (Ryan Air'de uçağın kendi merdiveni var, yanaşan birşey yok), Beacon yanmıyor (bkz. havacılık terimleri), nasıl hazır uçak? Arada yürüme mesafesi 10 metre ya var ya yok! Görevli de üzüldü halimize ama bizim uçaktan sorumlu gavur İrlandalı ramp supervisor'u gıcık mıdır nedir açmıyor. O ramp supervisoru için küfür etmek istiyorum, fakat bu yazıları çoluk çocuk okuyordur filan, psikolojileri etkilenmesin, yabancı dilde küfür edeyim bari de anlamasınlar. Pezevengis! (Yunanca)
Görevlinin yardımcı olmak istediği her halinden belli, tekrar bizim kapıya gidip kızlara rica ediyorum, gidin bir de siz konuşun, saçlarınızı savurun filan diye, gittiler, sonuç yok. (tabi koşturmaktan leş gibi terlemişler, saç baş dağınık, sonuç bu olur). Cama yapışıp kaptana işaret etmeye çalışıyorum, yok bende havacıyım, ben senin yerinde olsam açarım, 5 metre hemen geliriz filan. Ama kokpitten nasıl görünüyorsam artık sadece ışığı açıp ellerini iki yana açtı, kapattı ışığı. Başladım bizimkileri beklemeye. Bu arada uçak hala bekliyor, merdiven de açık. O esnada hani havalimanlarında yaşlı ve engellileri taşıyan arabalar olur ya, onunla doktor geldi şehzade gibi. E aramadan önce ben geçtim, sonra Olcay, sonra doktor. Olcay niye yok? Bir ampul yandı direk. Ping! Uçakta! Telefonumu açtım, mesaj geldi, Olcay 3 kere aramış. Ben arıyorum, telefonu kapalı. Uçakta olma ihtimali büyüyor kafamda. E beni geçmedi? Kısa bir ara geçiş filan da yok. Doktor eşyalarını bırakıp geri Olcay'a bakmaya gitti, belki yolda bir terslik olmuş olabilir diye. O esnada bir görevli geldi uçak tarafından, yolcu listesinin olup olmadığını sordum, güvenlik sebebiyle söyleyemezmiş.. Ben başladım internetten ilk Edinburgh uçağına bilet aramaya. İçimden de diyorum Olcay nasıl sattın gittin bizi filan diye. Uçak 06:35 idi, 06:55 civarı doktorla yanyana geldi Olcay. koşarken yolları karıştırmış, bir daha aramışlar filan. Yetişemedik yani. Bunları anlattım kısaca, Olcay'ın tepkisi "dua etsinler iyi insanlarız da bomba ihbarı yapmadık" oldu. Bakıyoruz birbirimize, ne yapalım ne yapalım? Haydi Uğur'un doğumgününü kutlayalım. Girdik hemen yandaki bara, önce birer duble Jameson viski, ardından Guinnes! saat 07:15 filan. Kadeh kaldırıp kutladık doğumgününü, video çektik filan, hani olan oldu ya; nasıl rahatız. Akşam 20:40 uçağına Londra'ya geri dönüş biletleri hazır.
Baya bir zaman geçirdik orda. İnternet geyikleri, Londra'ya geri dönüş uçak bileti, telefon-kamera şarzları.. Yavaş yavaş toparlanıp, eşyaları emanete bırakıp merkeze gittik yeniden. Traditional Irish food ( yöresel İrlanda lezzetleri) arıyoruz. Turizm ofisindeki amca bizi St. Paul Church diye bir yere yönlendirdi. Gittik, gerçekten mükemmel. Eski kiliseyi restoran yapmış elemanlar. Ortasında kocaman bir bar var. yemekler ve hizmet mükemmel. Mekanın özelliği de Arthur'un evlilik töreninin o kilisede yapılmış olması. Doktor eksik kalan sanat sepet ziyaretleri için ayrıldı yanımızdan, biz yumuşak koltuklara oturup 1 saate yakın keyfini çıkardık. Sonra kaşınıp biraz daha alışveriş yaptıktan sonra havalimanına gidip uyuyalım dedik. Otobüs kağıt para almadığından Olcay gitti ben kaldım. 40 dakika filan gecikmeli de ben gittim havalimanına. Bu sefer de Starbucks'un yumuşak koltuklarına iliştik. O yorgunluk ve uykusuzluk düzeyinde uyumak değil oturmak bile büyük keyif.
Biletleri kontrol ettirip uçağın kalkacağı kapıya yöneldik tekrar. Duty free gezdik biraz. Kapıda beklememize rağmen uçağa en son biz bindik. Hatta en son Uğur bindi. Ama sonunda binmiştik ya önemli olan da o. İndiğimide saat 22:00 civarıydı. Heatrow'da 4. terminalden alışveriş yapmaya gittik, kapalıydı. Metroyla şehir merkezine giderken içim geçmiş, kızlı erkekli bir grup kafası iyi ergen baya bir eğlenmiş benimle.. Arabanın yanına gittiğimizde tek problem kalacak yerimizin olmamasıydı. Arabayla şehri biraz turaladıktan sonra Garmin ilk defa işe yaradı, bizi süper bir kampinge götürdü. Orada da tek sıkıntı kapalı olmasıydı:) Üçümüz de arabanın içinde yatmak için eşyalarımızı ayarladık. Açtık bir de Tekirdağ Altın Seri Rakı.. Of! Geleneksel lezzetimiz Rakı'yı Highland Spring Water ile sulandırıp yanında da mozarella peyniri yemek garip oldu ama olsun. 8. gün de böyle bitti..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder