27 Eylül 2011 Salı

ugur / Paris-Calais-Greenwich

               Lyonn’da fazla oyalanmadan Paris’e doğru yola koyulduk. Bahtiyar, aldığı 2 şişe Bordeux şarabı ile arkaya yayıldı, çok geçmeden bir şişesinin dibini gördü bile. Olcay bir süre gittikten sonra mola alanında Co-pilot a geçti daha sonra da uyumak üzere bahtiyarla yer değiştirdiler...
                Yola gelince, düzgün bir o kadar da ıssız. Bir süre daha gittikten sora bahtiyar da uyku moduna aldı kendini. Yaklaşık 200 km kala bir benzinlik girişini kaçırdıktan sonra varışa kadar tek bir benzinlik yoktu. Paris’ 50 km kala bir benzinlik bulduk ama anlamlandıramadığımız bir şekilde 23.30’da kapatıp gitmişler. Şöyle bir durum var geçtiğimiz ülkelerde aklında bulunsun: Benzin istasyonları self-servis. İnip kendin dolduruyorsun ya önce ya sonrasında da ödemeyi yapıp çekip gidiyorsun. İtalya’da sorun yaşamadık. Kapalı olsa da otomatik makinelerle iş halloldu. Ama burada o da yok. Yolda kaldık-kalacağız düşüncesiyle terler süzüldü bir tarafımdan. ‘’ Hadi bakalım Paris yolcuları uyanın yolda kaldık’’’ diyerek uyandırmak hoş olmazdı. Neyse bir şekilde ulaştık ama bu seferde kalacak yer sorunu oldu.         
          Eyfel çevresinde hiçbir otel yada hostelde boş oda yok.   Bir Olcay bir ben arayıp tarıyoruz ama boşuna. Garibaldi bulvarından nehrin diğer yarısına geçiyoruz burada da ara dur. Yok, yok... Madem öyle yine bir trik deneme zamanı.
‘’ Maalesef boş odam yok.’’ !!!
‘’hmmm öyle mi nerede bulabiliriz acaba? Görüyorsunuz uzun bir yoldan geliyoruz...
’’’ Bilemiyorum bu saatte zor bulursunuz’’’ !!!
‘’ Teşekkür ederim, çok yardımcı oldunuz, isminiz neydi acaba, tanıdıklarım olursa buraya yönlendiririm??
‘’ Teşekkürler benim adım Jak’’
          Ardından diğer sokağa yönleniyoruz. İlk otelden de aynı cevap. Biraz sinirli bir ifade takınıp:
‘’ Yalan söyleme biliyorum boş odan olduğunu, Jak beni buraya yönlendirdi ve yardımcı olabileceğini söyledi...
‘’ Jak? O da kim?’’
‘’ Şurdaki otelden, tanımadığını sanmıyorum’’!!
Bir homurdanmanın ardından 2 kişilik odanın var olduğunu öğrenip eşyaları çıkarıyoruz, numara tutuyor. Üstümüzdeki gerginlik biraz hafifliyor. Bahti bu sefer karavanı tercih ediyor. Biz de Olcayla 1 saat sonraya sözleşip dışarı çıkıyoruz biraz fotoğraf çekmek için. Sokaklar bomboş arada uyduruk Eyfel maketlerini satmaya çalışan Afro-Fransız satıcılar var sadece. Otele varıp yığılıyoruz.
             Sabah güne erken başlıyoruz. Olcay’ın arkadaşı Didem geliyor. Biraz lafladıktan sonra dağılıp 3 kişi serbest takılalım bugün deyip Paris’i keşfe çıkıyoruz. Ben Eyfele yöneliyorum. Asansör sırası beklenecek gibi değil, biraz oyalanıp vazgeçiyorum. Dönüşe sarkıtıyorum. Per Lachaise’e yöneliyorum. Yolda aynen benim gibi düşünmüş olan didemle Olcay’a rast geliyorum ve bu sefer de 180 derece fikir değiştirip 669 basamak çıkmaya karar veriyoruz. Çık çık bitmiyor demir ve çelik yapı. Çıktığımızda pert olmuş ama manzara karşısında da mest olmuş buluyoruz kendimizi. Bol bol fotoğraf çekip birer yorgunluk kahvesinin ardından Eyfelden iniş başlıyor ve daha kolay oluyor tabii.
            Metro durağını bulup, mezarlığa doğru uzanıyoruz. Şu bir gerçek İngilizce bişey sorduğunuzda anlayıp cevap vermeyen, göz teması kurmakta imtina eden soğuk biri varsa yanınınzda yüksek ihtimalle Fransızdır. Denemesi bedava. Tesbit şaşmaz. Örneğe daha sonra geleceğim. Neyse Olcayla mezarlığa gidiyoruz. Hızlandırılımış bir tur olduğu için hızlı davranmak gerekiyor. Önce Yılmaz Güney’i ziyaret ediyoruz. Zaten çok kolay ulaşılan bir yerde yatıyor. İlk sırada. Mezarının üstü çiçek ve yazılarla dolu. Ardından yukarı doğru çıkıyor ve kayboluyorum. Bir ara Balzac’ın mezarını buluyor ve ardından yanındaki bölgede Ahmet Kaya’ya rast geliyorum. Hoş bir mezar yazısı ve süslemesi var ama İçimizdeki o yazı yazma aşkından dolayı mezarın üstü çirkinleşmiş. Her gelen tükenmez, keçeli kalem ne bulduysa kendinden bişey yazmak istemiş taşa olmamış tabii... Onu bırakıp Yukarı doğru yönlenip Schophenhauer, Piaf ı bulmak istiyorum ama zaman el vermiyor. Aşağı diğer uca doğru yöneliyorum. Gürültüyü takip ederek Jim Morrison’u buluyorum. Diğer mezarların arasında sıkışıp kalmış. Vardığımda the Doors T-shirt ü giymiş gençleri ellerinde şaraplar mezarların üstünde Break on to the other side diye haykırırken buldum. Gerçekten de en gürültülü ve hareketli mezar burasıydı gördüklerim içinde. Belki Edith Piaf’ınki de öyle olabilir.
             Ardından çıkıp Metro ile Republiq e dönüyoruz. Burada Didem ile karşılaşıp acıktığımızı fark ediyor ve kendisine bırakıyoruz seçimi. O da bir Belçika lokantasına götürüyor bizleri. Birer porsiyon (daha doğrusu küçük bir tencere ) soslu, rokforlu ve kremalı midye söylüyoruz. Burada İngilizce soru sorduğum garson kızın ‘’Burada İngilizce konuşamam sadece Fransızca konuşabilirim deyip bana cevap vermemesine bozuluyorum. Didem’ de bunu aksana bağlıyor ve birçok Fransızın da bu yüzden komik aksan sebebiyle konuşmaktan kaçındığını söylüyordu. Beni  bir parça olsun bu yanıt tatmin ediyor ama yine de gereksiz ve saçma bir sebep olarak düşünmeye devam ediyorum.
              Ardından Quasimodo’ nun mekanına gitmeyi planlıyor ve aşağı yönleniyoruz. Yolda Gothic eşyalar satan bir dükkanda buluyoruz kendimizi, eleman İstanbulu bayaa iyi biliyor. Gothic ve Matal müzik üstüne kısa bir sohbet yapıp ayrılıyoruz mekandan. Notr Dame Kilisesine ulaşıyoruz. Dış görünüşü ve bina üstündeki heykeller ve kabartmalar çok etkileyici, Çizgi roman ve Filmlerden bildiğim bu mekan karşımda. Bol bol fotoğraf çekiyorum, az evvel dediğim gibi heykellerdeki ayrıntılar vakit geçirilmeyi hak ediyor. Çok fazla oyalanamıyoruz ve tekrar metro ile yola düşüyoruz. Yağımızı alıp Didemle vedalaştıktan sonra Calais’e doğru yol alıyor karavan.
Gece geç saatlerde Calais’’e varıyoruz. Manş Denizini su altından geçmek oldukça pahalı olduğundan vazgeçip Feribota yöneliyoruz. Bahti ile biz uyumayı tercih edip, Olcayı Feribotun üst katlarına yolluyoruz. Tam süreyi bilmiyorum uyuduğum için ama 2-3 saatte ‘’heralde’’ Britanya’ya adım attık. 
          Saat 07.00 suları.
Yapılacak ilk iş karavanın bakımı. Olcayla Bahtiyar bu işi kısa bir telefon desteği Recep Usta yardımı ile’’ fevkaladenin fevkinde ‘’ yapıyorlar... Klasik bir İngiliz günü hava kapalı ve yağmur çiseliyor. Şarj aletini unuttuğum için dönüşte o yolda koşmak o kadar da hoş olmuyor benim için
         Bir sonraki  hedef saatlerimizi düzgün ayarlayabilmek için Greenwich oluyor. Burada İletişimim sorunumuzu internet ve call-center da çözüyoruz. Ardından dövizlerin bir kısmını Pound’a çevirip biraz fotoğraf çekmek için oyalanıyoruz. Bu arada İstanbul yazısını görüp yanımıza gelen 4.  Türkçe konuşabildiğim biri olan genç hukukçu Buket’ de selamlar ve sevgiler, şayet yazıyı okuyorsa...
         İşimizi bitirince Olcay’ın ‘’mihmandar’’ lığında Londra’ya doğru gidiyor karavan...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder