27 Eylül 2011 Salı

bahtiyar / 10.gün

Feribota bindik, yine deck camping. Ama yol kısa olduğu için hiç yayılmadık. Ben biraz casinoda vakit geçirdim, Olcay ve Uğur blog yazısı yazdılar. Ben yazı yazarken ikisi de ikinci rüyalarındaydı. Fransaya girerken ben geçtim direksiyona. Gecenin saat bilmem kaçı olmuş, benzin bitmek üzere, 3 benzinlik dolaştım, hepside sadece kredi kartıyla çalışıyor. Benim kredi kartım nedense benzinliklerde hep geçersiz. Diğer yerlerde sorun olmadı nedense. En sonunda Olcay'ı uyandırdım, ilk olarak Texaco marka bir benzinlikten deneme yaptık, daha sonra sadece 5km. gerideki fakat litresi 20 cent daha ucuz olan Carrefour marka benzinlikten depoyu fulledik. Ağzına kadar doldurdum ucuz bulunca. Ha bu arada texaco Belçika'daydı. Yani Belçika'ya gitmek için benzin lazım ama benzin Fransa'da daha ucuz. Belçika'dan Fransa'ya gitmeye yetecek kadar benzini Belçika'dan alıp, Fransa'dan depoyu fulleyip, Belçika üzeri Hollanda. Vay be.. Bir de güneydoğudan Suriye'ye benzin almaya gidenler garip geliyordu bana :)
Belçika girişinde fotoğraf çektim, biraz ilerleyince sis bastırdı. Hazır uykum da var, otoyol üzerinde bir park alanına çektim 1-2 saar kestirmek için. 06:30'da durup, 07:30'a alarmı kurup, 08:30'da uyandım :) Bir iki benzin istasyonu sonrası kahvaltı için durduğumuzda Amsterdam yönüne giden yaklaşık 10 ane volkswagen geçti otoyoldan. Büyük ihtimalle etkinlik var deyip hızlandık biraz. Şehir girişinde baya bir trafiğe takıldık. İleride bir vosvos gördüm, biraz motoru bağırtmadan ve birkaç Ankara style makas'tan sonra yanına yanaştım elemanın, sorduk etkinlik var mı? Nerede? diye, bilmiyormuş. Bu arada karşı şeritten antika, aşırı bakımlı klasik, süper eski model diye tanımlayabileceğim birçok araba geçti.
Amsterdam'a direk şehir merkezine bodoslama girdik. Garmin gerizekalısına kalsa bizi Kayseri üzeri götürecek, iyi ki Yola çıkış sabahında cep telefonuna yüklemişim navigasyonu. iGo herkese tavsiye derim. Şehir merkezinde tek bir şey dikkat çekiyor. Her yer SS. ( tü, pis, kaka ürünlerin satıldığı dükkan. Kısaltmamın sebebi ise yazıyı okuyan 18 yaş altı insanların da olabileceği, konuyla ilgili kelimelerin internetten aratılıp; ahlaklarının bozulma ihtimalini düşünmemdir). Başlıyoruz direk botel aramaya. (botel: eski teknelerin hostel'e dönştürülmesi sonunda ortaya çıkan konaklama yeri). Garmin gerizekalısı yine birşeyi beceremiyor. Arattık botel diye, bizi götürdüğü yerde bir çin lokantası, bir de kafe var. Kafenin bedava kablosuz internetinden başka botel adresleri bulup devam etmeye çalışıyoruz, Garmin gerizekalısı yine devrede. Bizi götürmeye çalıştığı yere giden yolda çalışma var. Alternatif üretemiyor. Bir iki saati o şekilde harap ettikten sonra en ilkel çözüme geri dönyoruz, arabadan inip birisine sormak. Doğru cevap, yürüyerek beş dakikada vardık. Başladık Olcay'la botel botel dolaşmaya :) tek kişilik oda olmadığı, toplamda da 3 kişilik yerleri olmadığı için çıkıyoruz. Kısa bir toplantı sonunda çözüm: Olcay>otel, Uğur>botel, Bahtiyar> araba. Neden mi? Vatikan olayından sonra gecelediğimiz yerlerde boş bırakmıyoruz arabayı. Arabayı da sahilde manzaralı ve güvenli bir otoparka park ediyorum(15:00). Ben arabanın içini uyunacak hale getirirken Olcay ve Uğur'da yerleşip arabaya geliyorlar(16:00). Şehir merkezine doğru yola çıkmamız (16:34). Bu kadar sürede ne mi yaptık? Sorunuz: Unutkan Uğur :)
Şehirde inanılmaz oranda bisiklet ve eski araba var. Araba açısından şunu söyleyebilirim ki Citroen DS'ler, 2CV6'lar, 1940'lı modellerde Volvo'lar hiç heyecanlandırmamaya başladı beni. Bisiklet konusu daha beter. İlk defa çok katlı bisiklet parkı gördüm. Ufak filan da değil, 5-6 katlı, onbinlerce bisiklet! T3 yüksek tavan da çok fazla vardı. Gerçi bırakın T3'ü, yüksek tavan Renault Megane bile varmış. Pevgeot 205 kamyonet de Ostim'den önce Amsterdam'da!
Şehir merkezi hediyelik ürünler, cinsel münasebetleri renklendirici ürünler (SS'ten yerine bu açıklama kulağıma daha hoş geldi) ve insanı kendinden geçirip başka dünyalara gönderen ürünler satan dkkanlarla dolu. Güya ikinci el eşyalar satan bir pazar çıktı karşımıza ama hikaye. Tamamen turist düdüklemece. Orada dağılıyoruz şehri gemeye. Ben ana meydan tarafına gittim. Çok kısa zamanlara müze gezisi sıkıştırmak, otellerde dağıtılan bedava haritalardaki işaretli yerlere gitmek ya da japon turistler gibi fotoğraf çeke çeke gezmek yerine; o memleketin meydanına gitmeyi, biramı alıp bir merdivende yudumlamayı ya da manzarası güzel bir kafede kahvemi içmeyi severim. Meydanda bir tur attıktan sonra Olcay'la karşılaştık tekrar (dünya küçük) baya bir oturduk meydanda.
Olcay'la da ayrıldıktan sonra dolaşıyorum, kafamı nereye çevirsem kırmızı sokak lambası. Arkadaşım sizin ülkenizde yok mu kütüphane? Kıraathane? Dernek lokali? Hadi anladık sanata, bilime çalıştırmıyorsunuz kafanızı, bari biraz efendi olun! Daha fazla uzatmayayım ben bu konuyu, asabım bozuluyor.
Arabaya doğru giderken bir kayboldum, bir kayboldum, olmaz böyle kaybolma. 1,5 saat! Otopark ışıklı bir saat kulesinin 2 alt sokağındaki sahilde. Ben nereden bileyim o saat kulesinden 13-15 tane olduğunu? Şehir zaten Venedik gibi, her tarafı sahil her tarafı köprü.. O yorgunluğun üzerine arabaya ulaşınca daha önce denemediğim 2 bira alıp, ayaklarımı uzatıp yorgunluk attım biraz. 10. günün bitişi de böyle oldu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder