27 Eylül 2011 Salı

ugur / Amsterdam-Wolfsburg-Prag

             Pazar 25.09.11 öğleye doğru Amsterdam’dayız.
Hava çok güzel, günlük güneşlik ve güleçlik, genç yaşlı demeden hemen herkes  dışarlarda. Amsterdam halkının  tamamına bir bisikleti vardır herhalde diye düşünmeden edemiyorum... Bu kadar bisikleti hiçbir Avrupa şehrinde görmemiştim. O kadar ki bizdeki katlı otomobil parklar yerine ‘’ katlı bisiklet otoparkı ‘’ bile yapmışlar. Kendilerinden emin bir şekilde yüzlerce insan çevremizde bisikletiyle geçiş yapıyor. Eminler, çünkü bazı yerlerde bisiklet yolu, otomobil yerine üstünlük sağlıyor.
            Birçok şehirde olduğu gibi günlük tarihimiz tekerrür ediyor. Kalacak yer ve otopark sorunu yaşıyoruz. Yine yok tabii. Özellikle ‘’Botel’’ de kalmak istediğimiz için, bu da sıkıntı yaratıyor. Olcay ve Bahtiyar birkaç yere soruyorlar sonuç negatif, en sonunda Olcay bir Hotele karar kılıyor, Bahti’de karavanı tercih ediyoru. Ben bütün yerlere bakılmadığını bildiğimden tekrar limana gidiyorum. Diğer iskelelere baktıktan 30’ sonra ‘’Avanti’’ adlı teknede çok da hesaplı bir fiyata yer buluyorum. Hostelworld’de de var bildiğim kadarıyla. Tavsiye ederim. Kamaralar dar olmasına rağmen bir gece için çok uygun ve keyifli bir deneyim. Hele ki görevlilerden Jesse bir harika adam. Çok sıcak yaklaşıyor ve yardımcı oluyor. Diğer ziyaretçiler de  çok memnun zaten. Harita üzerinde biraz konuştuktan sonra çıkıyor ve Bahti-Olcayla buluşuyorum. İkinci el pazarı kurulmuş karşımıza çıkan ilk meydanda. Çok kıymetli parçalar bulunabilir. Koleksiyoner ve hatıra avcısı birkaç dostumuza duyrulur!!
          Ardından ayrılıyoruz. Birkaç blok ötede meşhur ‘’Red Line’’ başlıyor. Burası bu konuda kimin ne ararsa bulabileceği bir yer. Müzesinden alışveriş dükkanlarına kadar. Büyük de bir sex turizm aracı haline gelmiş. Birçok turist grubunu getirip gezdiriyorlar. Oradaki kısa gezintinin ardından ana meydandayım. Birçok Avrupa şehri gibi ihtişamlı büyük tarihi binalarla çevrilmiş. Sokak müzisyenleri ile oradan oraya koşup fotoğraf çeken yüzlerce insanıyla beraber. Bu arada alel acele bişeyler atıştırıp, İkinci Dünya Savaşının tuttuğu günlükleriyle simge isimlerinden olan ve 1945 de toplama kampında genç yaşta tifüsden ölen Anna Frank 'ın  evine koşturuyorum. Yukarıda da bahsettiğim gibi zamanımız şehir içlerinde hostel ve otopark araştırmakla geçip en verimli saatleri bu işlere harcayınca saat 17.00’yi buluyor ben gidince. Kapıda onlarca insan bekleşiyor. Görevliye soruyorum durumu. İçerisi çok kalabalık olduğu için görevliler pek almak istemiyorlar içeri. Kalabalıktan gezmeniz pek mümkün değil cevabını alıyorum. Başta niyetleniyorum sonra vaz geçiyorum.
          Birkaç müze ve tarihi yapıyı geziyorum hızlıca, bol bol da fotoğraf çekiyorum. Bir fotoğrafçı arkadaşımın konsept Bisiklet-Amsterdam fotoğraflarını neden odyovizyon gösterisi haline getirdiğini şimdi anlıyorum. O kadar güzel fotoğraf kareleri yakalanıyor ki. Tabii yola dijtal kompakt fotoğraf makinamla devam etmek zorundayım. Bütün makaralarımı boşalttım. Film arıyorum. Sorduğum yerler yüzüme ebleh ebleh bakıyorlar fotoğraf filmi mi?? diye... Çıkarttıkları filmler ise 08 son kullanma tarihli Kodachromelar... Teşekkür edip ayrılıyorum. Belki haklılar bu kadar filmde direnmemenin zamanı geldi galiba...
          Gece hayatı da çok hareketli gündüz gibi. Yolda gördüğüm bir metaliciye mekan soruyorum ‘’ the Cave ‘’ diyor. Gittiğimde görüyorum ki bizim DoRock bu mekanı tabuta paket yapar ardından kanalizasyona sallar... Fazla oyalanmadan Avanti ye geri dönüyorum. Diğer yolcular ile kısa bir sohbetin ardından kamarama çekilip yatıyorum.
Sabah 09-10 gibi yolculuk var. Hedef Wolfsburg...
Buluşma saatimiz sabah 09.30’u buluyor. Limandan ayrılışımız 11’i Amsterdam’dan çıkışımız 13.00 oluyor. Planlarımıza göre akşamüstü Hanovver’ de olmayı bekliyoruz. Erken çıkılması dahilinde Wolfsburg’ mesai saatlerinde gitmeyi planlıyorduk ama olmayacağını yolda fark ediyoruz stresli bir şekilde.
               Birkaç kez yaşadığımız navigasyon problemi yine musallat oluyor. Ana yoldan ayrılıp köy yollarına sapıyoruz. Evet o yerleşim alanlarını görmek oldukça keyiflendiriyor. Dinginlik,yeşillik ve bolluğuyla. Ama yaklaşık 3 saat sadece Hanovver yolunda kaybediyoruz. 3 saat harcayıp haritaya göre 28 km. İlerleyebiliyoruz. Bu da bizi sinirlendiriyor haliyle. Benzinden de yediği için bir benzinciye çekip benzin alacağız. Bu arada adının Manu olduğunu öğrendiğimiz Teoloji öğrencisi protestan bir kız bizimle ilk ayrıma kadar gelmek istiyor. Kabul ediyoruz ve 4 kişi devam ediyoruz Hanovver’ e doğru.
Hanovver’ de fazla vakit kaybetmiyoruz. Volkswagen buluşma noktasında bir fotoğraf çektikten sonra yola devam. Yine navigatör problemi yakamızı bırakmıyor ve yol çalışmaları olduğundan bizi 10 km lik bir çapta çevremizde döndürüyor bir süre daha. Ana arterlerden gidiş sıkınılı olacağından yan yollara yöneliyoruz. Biraz kuzeye doğru yönlenip köy yollarından bağlanmayı düşünüyoruz. Yine biraz daha zaman kaybı olsa da bu yolla Wolfsburg’ a varıyoruz. Önce Manu’yu tren istasyona bırakıyoruz. Saat 21.30 gibi. Canımız sıkkın, motivasyonumuz bozuk. Saatleri bir hiç yüzünden boşa harcamışız. Oysa erken şehre varıp VW Müzesini gezmeyi planlıyorduk belki de biraz yedek parça bulabilirdik, olmadı. Bir burgercide önce karnımızı doyurduk. Ardından 34 plakayı görüp gelen gurbetçi bir iki kişiyle iki lafın belini kırdıktan sonra Wolfsburg VolksWagen Arena önüne çektik karavanı. Bu anı da ölümsüzleştirmenin ardından yola düştü yine 3 kişi.
          Önce Leipzig.
Şehre girişte önce Porche fabrikasına uğradık. Gece çok geç vakit olduğu için uzaktan bir iki kare alıyor ve şehir merkezine uzanıyoruz. Bir iki tur attıktan sonra arabanın yağ eksilttiğini fark ediyor ve bir benzinlikte es veriyoruz. Bir şey bulamadık olsa olsa yağın inceliğine ve motorun bugün ara yollarda zorlanmasına bağlıyoruz bu durumu.
Yola devam. 1-2 saat gidişin ardından bir benzinlikte ihtiyaç molası veriyoruz. Dönüşte nahoş bir sürpriz bizi bekliyor. Gecenin 03.30’u ve polis karavanın çevresinde. Meğerse ‘’ Engelli Park Yeri ’’ ne park etmişiz yanlışlıkla. Pasaport, belge, ruhsat kontrolünün ardından 35 Euro yu bayılıp bu gazla kontağı çevirip devam diyoruz.
          Ben bir süre sonra arkaya transfer oluyor ve günlük yazımına devam ediyorum. Uyandığımda saat 08.00
Bahtiyle Olcay önde uyur buluyorum. Bir car-parktayız. 50 km kadar var Prag’a. 10.00 gibi Kafka’nın şehrine geliyoruz. Orta okul yıllarımda kardeş-okul ziyareti için Almanya’ya gitmiştik. Aklımda yer etmiş Avrupa kentleri içinde en önde geleniydi. Şu an Dublin’den sonra gelse de tekrar bu kente olmak mutluluk veriyor bana. Zamanımız dar. Önce ana meydanda bir kahvaltının ardından hemen yanımızdaki harikulade bir yapı olan Astronomi saati’nin yanına dikiliyoruz yüzlerce insanla beraber. Saatler 11 i gösterdiğinde İskelet çanı çalıyor, kuklalar camlardan kendini gösterip en sonunda en üst balkondan hoş trompet nağmeleri duyuyoruz. Herkes mutlu bir şekilde alkış tutuyor. Sonra köprülere varıyoruz. Şehri buradan izlemek anlatılmaz bir keyif ile dolduruyor insanın içini. Yalnız güneş tam tepede olduğundan istediğim fotoğrafları çekemiyorum. Şehrin diğer tarafına geçip tepeye Saray’a doğru yönleniyoruz. Burada kısa bir molanın ardından ben Golden Line’ a Kafka’nın sokağına yönleniyorum. Olcayla Bahti önden karavana gidiyorlar. Ben de o sokakta hem eski Çek ev örneklerini gezip, Kafkanın çalışma odasını gördükten sonra biraz daha fotoğraf çekip inişe geçiyorum. Zamansızlıktan oyuncak müzesini bir sonraki sefere erteliyorum. 15.00 gibi karavanın önünde buluşuyoruz.
Önce Pardubice arıdndan Bruno ve sonrasında Orkun’la kahve içmek için Viyana...

olcay / 26 eylül


Birazdan Almaya'ya doğru yola çıkıcağız. Aracımızı toparlayıp, içerideki sırt çantalarımızı yukarıya port bagaja koyduk. Artık Ahmet'in malzemeleriye bizimkiler arkada görüşümüzü engelliyor. Hava çok güzel fakat Amsterdam kanallarının karmaşık yapısı navigasyon cihazımızla birleşince bizi hepten oyalayıp duruyor. Birkaç saatte Amsterdam'dan bir türlü çıkamadık ve bundan dolayı çok vakit kaybettik. Aynı şekilde Hannover' den otoyola çıkmak bize çok vakit kaybettiriyor. Otoyol bağlantılarında inşaat var. Neredeyse Hanover'de tüm girişleri kapalı. Bu arada Hannover öncesinde bir benzin istasyonundan bir Alman genç bayanı otostopçu olarak alıyoruz. Tipik Alman işte. Protestan okulunda din eğitimi alıyormuş falan filan. Bizdeki imam hatip gibi, yalnız bunun başı açık. Çok konuşuyor, çok soru soruyor. Bir ara Hannover çıkışında Wolfsburg yolunu araken azar bile işittik. Herhalde kensini kaçırıyoruz zannetti sersem. Biraz yolu uzatarak vardığımız Wolfsburg' da artık gece olmuştu. Alman bayanı, ismini hatırmalıyorum çünkü daha önceden duymadığım bir isimdi; şehirdeki merkez tren istasyonuna bıraktıktan sonra birşeyler yemek işin mecburen malum fast food'lardan birine giriyoruz. Birşeyler atıştırıp, önümüze haritayı açarak kalan 3-4 günümüzü tartışıyoruz. Zira artık dönüş yolundayız. Bu arada Bahtiyar daha yola çıkmadan önce konuştukarımızı yapmadığımızdan bahsediyor. Bu durum beni oldukça gerip üzüyor. Çünkü bu kadar kısa zamana bu kadar şehri sıkıştırmak çok zor. Avrupa'ya aracıyla seyahat eden kişilerle ne zaman konuşsam şaşırıp, sürenin çok çok az olduğunu belirtiyorlardı. Hiç birinede bu konuda kulak asmayıp kısa zamanda istediğimizide gerçekleştiriyor olmakda keyif yeriyor açıkçası. Tamam geçtiğimiz bir kısım şehirlerde kalamadık ama gecelediğimiz şehirleri de adam akıllı gezdik. Biz özellikle yolda olmak istedik! Gezilecek yerler, görülecek müzeler yarın da orada olacak. O yüzden bunu başından beri hiç önemsememiştim, yarın öbür günde gelip görebilirim.... Wolfsburg geceleri ölü bir şehir. Sokaklarda pek insan yok, birkaç restorant ve benzin istasyonu dışında açık yer yok. Şehrin takımının stadı Wolksvagen Arena ve Auto Muzeum' un önüne kadar da gidiyoruz bu geç vakitte. Almanya'da doğuya doğru ilerledikçe otoyollar kamyonlara kalıyor. Yollar düzgün ama herhalde Doğu Alman tarafı hala geride. Rotamız Leipzig oradan da Dresden. Tüm gece yol alacağız.Bu sürede geçen en kötü gün sanki.

ugur / Londra 2. sefer

                Heathrow’dan karavanı bıraktığımız Picadilly çevresindeki otoparka dönüyoruz 3 gün için 90 paund bayılmak koyuyor tabii. Ardından bir markete gidiyoruz hazır yiyecek bölümünden Bahti sandviç, olcayla ben makarna alıp, Ali Dayının ‘’Garmin’’ine güvenerek kamp alanı arıyoruz. Garmin, Bahtiyi şaşırtacak ölçüde çok güzel bir kamp alanına götürüyor bizi Londara ortasında gece giriş yok yanındaki normal otoparka çekiyoruz karavanı. Yorgunluktan bitap durumdayız 5 gündür de duş almamışız. Çimenlere oturup birer duble Tekirdağ eşliğinde  yemeklerimizi tüketiyoruz. Ardından karavana çekilip tavanı kaldırıp Bahti üst katta,  Olcay şöför mahalinde ben de arkada (boy yüzünden)  uykuya dalıyoruz.
Sabah 08.30 uyanış        
                    Hemen kamp alanına gidiyoruz. Mekanın adı Lee Valley... (Hey kampçılar hemen girip bakın google’dan!!). Yemyeşil çimler etrafı izole, oldukça sessiz. Hem de bu kadar şehre yakınken. 2-3 saatliğine giriş yapıyoruz. Hemen duşa koşuyorum. İlaç gibi geliyor, hem de nasıl... Çantaları düzenlemeye başlıyoruz. Eski giysi ve iç çamaşırlardan bir kısmını yer açmak için atıyoruz. Toparlandıktan sonra motor doğru şehir merkezine. Kings Cross da otoparka karavanı bıraktıktan sonra metro ile yola devam ediyoruz. Metro haritasına baktığında oldukça fazla kafa yorabilirsin. Bölgelere ayrılmış olan Londra da yer altından örümcek ağları gibi birbirine bağlanmış. İstanbulda ki gibi şerit halinde değil. İlk durak ‘’Camden Town’’. Şöyle tasavvur et kafanda; bir parça izole olmuş, toplumdan farklı insanların bölgesi gibi. Yolda yüzlerce metalci, Gothic, Punkçı ile gidiyorsun. Jameikalı, Meksikalı, Nijerlisi tezgah açmış ya yemek yada başka bişey satıyor. Çarşıda dolanıyoruz  dükkan sahibi ve çalışan o kadar çok Türk var ki... 2.Dünya savaşı malzemeleri satan bir dükkanı gezerken yanda ismini bilmediğim ama son dönem Türk popüler pop parçalarından biri çalarken tokat yemiş gibi oldum. Çarşıdan güzel bir eski ( sanırsam 60 lı yıllar) VW reklamı baskılı  levha bulup aldım. Ardından British Museum’ a gitmek için hamle yaptık ki saatin 16.00 ya doğru gelmekte olduğunu fark edince sanat aktivitelerini kenara bıraktık. Tabii burada Ahmocan’ın ta parmağı oldu. ( seviyoruz seni Ahmo ) Bu arada Bahti’nin arkadaşı Yasin ve Burak  geldiler. Onlarla birkaç saat geçirdik. Keyifli elemanlarmış, okuyorlarsa selam olsun onlara.
              Vakit ilerleyince artık Londra’ dan volta almanın zamanı geldiğini anlıyoruz. Yol uzun. Önce yiyecek bişeyler ve gemi için stok yapıp devam ediyor karavan yola. Şu metinleri yolda yazmaktayım. Dover’a pek bişey kalmadı. Eğer direkt sefer varsa tabii tercih Amsterdam olacak. Yoksa Fransa üzerinden Belçika ve Hollanda.
             Dover’a ulaşıyoruz. Seçeneğimizi Calais olarak belirleyip yola devam ediyoruz. Belçika’ya kadar sorun yok. Burada sis  bastırıyor ve 1-1,5 saat zorunlu dinlenme molası veriyoruz.  Bahtiyarın hakkını da vermek gerekli direksiyonu oldukça iyi sorunsuz devam ediyoruz ve sabah 08.30 gibi Hollanda’ ya giriş yapıldı. 24 saatte 4 ülke.  Şu an yoldayız ve yanımızdan bir sürü klasik otomobil geçmekte. İlk fırsatta kontrol edip olası bir buluşmaya dahil olmaya çalışacağız

olcay / 25 eylül


Gece bindiğimiz feribotta internet erişimi yoktu. Ne günlükleri aktarabildik ne de maillerimize bakabildik. Bahtiyar direksiyona geçince yine ben arkaya geçtim. Tüm gece yol alıp Hollanda Amsterdam' a gelirken uyandım. Belçika'yı Bahtiyar'dan başka gören yok, o da gece. Amsterdam ' neredeyse öğle vakti girdik, pek trafik yok ama kanallarla dolu kentte yol alabilmek navigasyonla bile oldukça vakit kaybettirici. Neredeyse 1 saat kalacak yer aradıktan sonra Bahtiyar yine araçta konaklayacak. Ama tabi yine popüler kentin otopark parasıda malum. Günlük otopark ücreti merkezde 36 euro. Haftasonu bedeva yerlerde var fakat güvenlik açısından tercih etmiyoruz. Zira Vatikan'da Birkaç saat araçtan ayrıldığımızdan karavanımızı yoklamışlardı. Neyse, Uğur bir Botel' e (tekne otel) bende ayrı bir yerde başka bir otele yerleştim. Duş alıp, üstümü başımı değiştirip çocujkların yanına otopark gittim. Amsterdam' a girmeden önce yolda bizi geçen pek çok klasik ve modifiye edilmiş modern araçlara rastladık. Bu buluşmaya gitmek isterdik ama vakit geç olduğundan şehirde dolaşmaya karar verdik. Amsterdam' da kanalların, kanal üstünde yaşamın olduğu, pek çok uyuşturucu kullanınımın serbest olduğu bir şehir. Bu kadar serbest olunca da haliyle de insanları kendine çekiyor. Bir ara dolaşırken Türk bayan grubun da meraktan Red Light Street' te dolaştığını gördük. Kendi aralarında konuşup duruyorlardı. O sokaklarda olup bitene karşı olduklarına edimin ama meraktanda neler döndüğünden kendilerini alamıyordı sanırım. Şehirde pek çok internet erişimi var ama hiç birini kullanamıyoruz. Otellerde de bunu parayla satıyorlar. Pek internet kafeye rastlamadım. Görseydim bile tüttürenlerden dolayı girmek istemezdim herhalde. Dinlenmek için makul bir saatte otele doğru yürüdüm. Enteresan şehir, şimdiye kadar bu kadar çok bisikleti bir arada görmemiştim. Öyleki otelin karşısında bisiklet yılığı kat otoparkı var.

olcay / 24 eylül


Sabah 8 gibi kalkıyoruz. Hava çok güzel, otopark neredeyse araçlarla dolmuş. Çevrede karavan kampından başka; golf sahası, havuz, sinema vs var. Hemen karavan kampın ofisine gidiyoruz. Geç geldiğimiz 2-3 saat konaklamak istediğimiz belirtiyoruz ama tipik ingiliz soğun yaşlıca kadını akşam 10 da kapı kapanıyor, kuralları bilimiyormusunuz diyor. Gayet iyi bildiğimizi ama Londra' da güvenli park alanı bulamadığımızı ve çok yorgun olduğumuzu belittik. Kadın hala aksilik peşinde ama bu 2-3 saat için tüm günlük ödeme yapacağımız söyleyince arkasındaki adama danışıp bizi içeri alıyor. Sersem kadın, bir günaydın, hoşgeldiniz bile demedi. Kamp alanına hayran kalıyoruz ama kadının tavrı ve aksiliğini de hiç sindiremiyorum. Ekranda gösterdikleri yere gidip kurallara uygun park ediyoruz. Şimdi işimiz sıcak bir duş alıp, temiz çamaşır ve kıyafetler giymek. 1-2 saat içinde toparlanıyoruz. Bu arada debriyaj çok yüksekte kavrıyor, biraz düşürmek için kurcalıyoruz ama dahaa da yükseliyor. Ama daha öncesinde silkeliyerek kalkış yapıyordu, şimdi ise daha çok rahat. Fakat debriyajın yüksekliğine alışmak zaman alacak. İngiltere' ye giriş yaptığımızdan beri karavanı ben kullanıyorum. Artık daha çok alıştım trafiğin akışına. Saat 12 ye doğru Lee Valley'den qayrılık merkeze yakın bit metro istasyonu bulup park etmek. 4. zone'da olduğumuzdan merkeze ulaşmak zor değil. Bir trafikte dolanarak King's Cross yakınında bir otopark buluyoruz. King's Cross ana tren istasyonlarından birisi. Kuzeye ve İskoçya'ya trenler buradan kalkıyor. 1. ve 2. zone'lar için günlük bilet alıp bir aktarma yaparak Camden Town' a gidiyoruz. Burası haftasonları oldukça kalabalık olur. Sokakları çok hareketli alışveriş yapacak, yemek yiyecek çok alternetif var. Her çeşit insandan başka klasik İngiliz punklarına yolda rastlamak mümkün. Sağlı sollu dükkan ve tezgahlarda ilgi çekici çok turistik ürün var. Ben pek önemsemiyorum. Benim aklım Camden Dock çevresindeki sokaktaki yemek satanlarda. Çin, Jamaika, İtalyan vs vs. yemek için seçenek çok. Daha çocukları götürmek istediğim yerler var ama vakitte çok geç oluyor. Metro girişinde öğleden sonra 3:30 da bir araya geliyoruz. Artık Bahtiyar ve Uğur tekrar Londra'ya geldiklerinde kendileri giderler. Gidecek, görecek özellikle çok müze var. Başta British Museum, Imperyal War Museum, National Gallery, Tate Modern aklıma ilk gelenler.
Yine Soho gitmek için metroya biniyoruz. Hafta sonu olduğundan metro tünelleri çok kalabalık fakat kısa sürede Lecister Square'dan yukarıya çıkıyoruz. Navigasyondan Ahmet' in karavanı için Ali Abi'nin bir arkadaşına gideceğiz ilk önce. 2-3 dakikada buluyoruz fakat adam akşamüzeri gelecekmiş. Bahtiyar'ın arkadaşı Yasin' de Londra'daymış. Arıyor, onlarda West End'deymişler. Yasin iş arkadaşı Burak'la birlikte yanımıza giliyorlar. Hem dolaşmak hemde birlikte birşeyler içmek için Covent Garden' a gidiyoruz. Burasıda eskiden pazar alanıymış, şimdide en önemli güzel turistik mekanlardan birisi. Mağaza, pub ve restoranlara nazaran sokak gösterileri yapanlar daha çok ilgi geçiyorlar. Kimi jonglörlük yapıyor, kimi müzisyen hatta arya söyleyenlerde var çevrede. Çokta profesyoneller. Bir pubda mola veri uzunca bir süre laflıyoruz. 8' e doğru Ahmet'in malzemeleri için tekrar Soho'ya dönüp, oradan da minicab'a (taksi ama dolaşmıyor) binip otoparka gidiyoru. Yol üzeri biraz yiyecek alışverişinden sonra Dover' a doğru yola çıkıyoruz. Gece 00:20 de vardığımız limandan hemen 00:45 feribotuyla ayrılıyoruz, feribot oldukça sakin. Birbuçuk saat sonra tekrar Fransa'dayız.

ugur / Londra - Dublin

                  Öğleden sonra 16.00 gibi Londra merkezdeydik.
Karavan ile uzun bir şehir turunun ardından (olabilecek ve fotoğraflanacak hemen her büyük yapının yanında karavanı fotoğrafladık) otopark arayışına girdik hem bulmak zor oldu hem de pahalılığı bir kenara koyun 1.90 cm kısıtlaması yüzünde birkaç yere sokamadık kendimizi.
Akşam 20.00 gibi Trafalgar ve Picadilly Circus çevresini mesken tuttuk. Önce Çin Mahallesinde aldık soluğu. Benim damak tadıma pek de uymasa da oldukça yüklü bir Çin yemeğinin ardından gezintiye devam ettik. Gerçekten çok hareketli bir şehir burası. Her köşe başında br atraksiyon & animasyon bulabiliyorsun. Zaman fakiri olduğumuz için 24.00 e doğru Dublin dönüşü daha ayrıntılı bir şekilde hakkını vermek üzere metro ile ayrılıyoruz Londra’dan. Heathrow 1. Terminal’ e ulaşıyoruz. İn-cin top oynuyor. Sınırlı sayıda bankta yolcular tarafından tutulmuş durumda. Olcay 4. Terminal’e gezmeye gidince biz ikimiz de kapanmış bir kafenin sandalyelerini birleştirip kestiriyoruz biraz. Şimdiki ayrıntıya dikkat: Polis var polis var. Herhalde bizim ülkemizde olsa cop ile dürtüp. ‘Gardaşım burası yatak odası mı Galk Git burdan’’ deyip kovalardı. Burada özür dileyip uyandırıyor. Nereye gideceğimizi ve saatimizi sorup uçak kalkışından 1 saat önce check-in işlemlerimizi tamamalamamız konusunda hatırlatmalar yapıp, iyi uykular deyip tekrar dolaşmaya devam ediyor. Ben dumur içinde uzanıyorum. Bahti uyanmıyor bile.

06.45 uçağı ile 50 dk lık uçuşun ardından Dublin..............

         James Joyce’u bilen veyahut az da olsa okumuş olan biri için daha anlamlı bir şehirdir burası. The Dubliners, Ulyess de anlatılır durur uzun uzun. Kendisinin de tarihe ‘’ Ölümümden sonra kalbimde Dublin yazacak’’ diye kayıt düştüğü şehirdir burası.
Benim için de beklenen, uzaktan sevilen, ulaşılmayı bekleyen, üstüne üstlük Kelt kültürünün ağırlığını taşıyan  bir şehir idi. O yüzden bu yolculuğun en önemli odağı idi.
                 Periferden otobüs ile şehir merkezine usulca, düzenli, tertemiz yollardan ulaştık. Şehre indiğimizde soğuk kendini iyiden iyiye hissettiriyordu. O’Connell meydanına vardığımızda Fallik bir obje gibi yükselen Dublin Spire göze çarpıyordu. İnternet sorununu çözdüken sonra keşfe başladık bir süre gezdikten sonra  açlığımız galip geldi ve hemen meydana yakın bir yerde güzel bir restorana girdik. Londra’da dün yiyemediğim Fish&Chips ile bir sebze tabağı aldım. Gerçekten de her ikisi çok lezzetliydi. Sonrasında Dublinin simgelerinden ve dünyanın en lezzetli biralarından biri olan Guinness’in fabrikasını gezmeye gittik. Bu arada 22 Eylül Guinness birasının mucidi Arthur Guinness ‘ e adanmış. Bu yüzden şehirdeki tüm barlar günü, Arthur’s Day olarak kutluyor ve tüm kadehler 17.59 da onun için kaldırılıyordu. Bizdeki tesadüfün de böylesi işte. Tam gününü bulduk 360 gün içinde. ( Konser-etkinlik araştırmasını yaparken Dublin’i kıymetli bulup sona bıraktıktan onra unutmuş olmak laf yememe sebep omadı değil, suçumu kabul ediyorum) Fabrikayı geziyoruz. Bu gün içün hazırlıklar, merkez olan bu binada harıl harıl sürüyordu ve ziyaretçiler akmaya devam ediyordu. Bir ara ben kendimi sıranın birinde buldum.  Guinness’i bardağa doldurma eğitimi bu . O kadar yoğun ki doldurduğunuzda bardağın dibindeki akımı izlemek bile büyük keyif vermekte insana. Sertifikamı cebime koyup son kattaki partiye çıkıyoruz. Kadehler Artur’a kaldırılıyor. Bir süre daha orada kalıp eğlenceye katıldıktan sonra fabrikadan ayrılıyoruz. Ama millet ulam ulam gelmeye devam ediyor. Ardından belli bir saatte tekrar buluşmak üzere üçümüz ayrılıyoruz. Olcay çok yorgun olduğundan dinlenmek için bir yer arayacaktı. Bahtiyar ise sokakları keşfe çıkacağını söyledi. Ben de James Joyce Centre’ a gidecektim. Gidişim 17.15 i bulunca gidemedim tabii . Bilgi vermekte biraz daha fayda var. Burası bir kültür sanat merkezi. Esas müze Şehrin 8-10 mil dışında ve senenin belli aylarında açık. (Nisan-Ağustos arası gibi hatırlıyorum) şu durumda zaten gezmek mümkün değildi. Ardından nefis bir caddeyi aykırlayıp Irish Bar seçmeye koyuldum. Dublin Rugby takımının bayrakları ile süslü ‘’ O’Reilly’ s Deer Head ‘’i seçtim. Girdiğimde herkes neredeyse bana selam çakıp kadehini kaldırdı. Ben de milletin arasından geçip barın yanına oturdum. Çok enteresan bir yer 20 yaşında da müşterisi var 80 yaşında da. Fonda Irish Folk müziği çalıyor. Televizyonun birinde at yarışı diğerinde Rugby maçı var. İnsanlar gülüp eğlenip dans ediyorlar. Bir arada içeri bir kadın girdi ve kocası olduğunu düşündüğüm adama bağırmaya başladı. Adam, karısını dinledi ve dinledi. Ardından birasından derin bir yudum alıp hiçbirşey söylemeden ortaya çıktı Polka yapmaya başladı. Kadının siniri daha da artmışken çevredeki babaanneler kendisini yatıştırdılar. Sonrasında ben ayrılırken el ele diz dize oturuyorlardı. Barmenlik zor iş sürekli birileri gelip gelip bişeyler anlatıp o da dinlermiş gibi yapıyor. Bana da arada işaret ediyor dinlermiş gibi yaptığını. Gülüp geçiyorum. Çıkarken bir bira parası eksik alıyor bu Arthur’dan deyip, çektiğim fotoğraflar için adresi yazıp veriyor göndermemi istiyor. Eğer sonuçlar makaralardan tatminkar çıkarsa çılgın 70 lik teyzenin fotoğrafını büyültüp yollayacayacağım barın amblemi olan Geyik Kafasının yanına asmaları için...
                    Akşam 8.30 gibi Bahtiyarla buluşuyoruz. Irish Bar gezintisine devam Darkey Kelly i seçiyoruz bu sefer. Burası da eski barlardan biri. Girdiğimizde afişlerini bugün tesadüfen alakasız bir yerde gördüğüm Irish Celts sahnede. Gitar ve Bonjo’ya çok hakimler vokal ise Tom Waits-Orson Wells arası bir yerlerde. Varın siz düşünün  müziğin güzelliğini. Ayaküstü muhabbet edip yerel bira ve Whiskey lerden tattıktan sonra Olcay’ı almak için birkaç saatliğine dinlenmeye çekildiği hosteline gidiyoruz. Sokaklar cıvıl cıvıl binlerce insan Artur G. için toplanmış gibi sanki. Çok başarılı sokak müzisyenleri var buranın. Bazıları ile tanışıp muhabbet ettik. Paralı-parasız demo kayıtlarını-albümlerini aldım. Hostele dönmeden önce karnımızı doyurmak için bir burgerciye uğruyoruz. Rocket Burger. Bahti ile hayatmızda gördüğümüz en kalın  hamburgeri yiyoruz. Daha doğrusu yemeğe çalışıyoruz. Fazlasıyla doyurucu geliyor. Ardından nehir manzaralı yolun yanında sıyrılıp hostele varıyoruz. Eski bir bina bu, çok iyi düzenlenmiş ve restore edilmiş. Olcay’ı alıp taksi ile havaalanına gidiyoruz. Ve o kadar yorulmuşuz ki banklara yığılıyoruz. Su yüzü görmeyeli 3-4 gün oluyor heralde.
           23 eylül sabahı oluyor. Bugün doğumgünüm...
Bugünü Dublin’de geçirmek istediğimi Bahti ile Olcay baştan beri biliyorlardı ama programın aksayacağından dolayı mecburen Edinbrough ya gidecektik. Sırada lak lak ederken ve kapılar açıldığında fark ettik ki biz çıkış damgasını almadık. Hemen koşa koşa girişe gitmeye başlıyoruz ama mesafe çok uzun bizi önce bir yere yönlendiriyorlar. Orada benzer durumdan muzdarip bir Afro-Amerikalı ile karşılaşıyoruz. Her yer kapalı ve çıkamıyoruz o kattan. Seseleniyoruz çıkan görevli de yok üstelik. Sonrasında bir kadın görevli çıkıp bize kapıyı açıyor. Gidip imzaları almak için tekrar aynı prosedürlerden geçip, taranıp içeri tekrar giriyoruz. Bahti önden gidiyor, Olcay arkadan ben de en arkadayım. Ayağım, malum parmak arası terlik deneyiminin ardından taş kesikleri ile dolu olduğu için koşamıyorum. Shuttle a atlayıp geldiğimde Bahti ve 2 İskoç kızın cam kenarında somurttuğunu görüyorum. Zamanında gelinmesine rağmen bi sebepten ötürü kapanmış ve açmamışlar. Şimdi problem Olcay... O yok.  Benim önümdeydi ama yolda görmedim. 5-10-15 dk bekliyoruz eser yok. Gidip anons yaptırıyorum. Yine en başa  kadar gidiyorum Bahtiyi çantalarla bırakıp. Ve karşıdan Olcay koşarak geliyor. ‘’Hadi koş yetişelim’’ diyor ve ben de hafif tebesümlü bir ifade ile ‘’ Abi herşey için artık çok geç’’ cevabını alıyor benden. Havaalanında olup da uçağı kaçırma örneğinin bi başka benzeri varmıdır bilemem ama yaptığımız tam ‘’Şapşallık’’ orası kesin. Ardından bara geçip hem dinlenip hem de plan yapıyoruz. Bu saçmalığın verdiği şapşallığı üzerimizden atmaya çalışıyoruz. Bu arada Olcay Jameson ve Guinness leri getirttirip bu arada doğumgünü kutlamasını da aradan çıkarıyoruz. Saat 07.45’de :)
Birkaç saatlik dinlenmenin ardından öğle yemeği için tekrar Dublin’e iniyoruz. Bu arada kendi adıma hala Dublin’de olmaktan en ufak bir rahatsızlık duymuyorum tabii. The CHURCH diye bir mekan gidiyoruz. Adından da anlaşıldığı gibi bir kilise burası. Artık ibadet amaçlı kullanılmıyor. Restore edip binaya bir çeki düzen verildikten sonra restoran haline getirilmiş. Geleneklsel İrlanda yemeği yemek istiyoruz. Önce kahverengi İrlanda ekmeği ve tereyağı geliyor ardından enfes bir sebze çorbası. Ortaya kalamar salatası söylüyoruz kendim özel soslu beef Strognoff a benzer bir et yemeği söylüyorum. Bu  da çok doyurucu geliyor zar zor bitirebiliyorum (ki bu benim !!)
Ardından arkadaşlar yorgun olduklarından havaalanına dönüp dinlenmeyi tercih ediyorlar. Ben ise Dublin’in tadını biraz daha çıkartmak için sokaklara düşüyorum. Önce bir Irish Coffe içmek için En eski barlarından birine giriyorum Dublin’in. Temple Bar. Burayı da biraz açayım sana. Temple Bar hem özel bir barın ismi hem de zaman içinde o bölgenin ismi haline gelmiş. Yani Temple Bar nereye düşer hemşerim diye sorar isen. Zaten buradasın cevabını alırsın , ardından 2. Kez sorduğunda sana tarif edecektir. Gelelim mekana, Çok meşhur bir yer burası, çok da eski 1800 lü yıllara uzanıyor. Öğle saatleri olmasına rağmen tıklım tıklım. Bahçesinde de diğer bölümde de yer yok neredeyse. Tabure çekip sahneye yakın bir yerde hem kahvemi içip hem müzik dinliyorum. Ambiyansı harikulade. Şu anki en uzun sahnede kalıp şarkı söyleme guinness rekoru bu senenin başlarında burada kırıldı. İrlandalılarla biraz daha sohbet ettikten sonra  müziğe de doyup vuruyorum kendimi sokaklara tekrar. Biraz yol yapıp şehrin diğer uzak mahallerine doğru yol alıyorum. İkisi gelmediklerine pişman olacaklarını rahatlıkla söyleyebilirim. O kadar güzel ve tarihi bir görünümü var ki... Bilerek ve isteyerek sokaklarda kayboluyorum.
Klasik bir soru olan ‘’ İstanbul olmasa nerede yaşamak istersin ? ‘’  sorusunun cevabı benim için Dublin’dir.
Edinburgh seferini iptal edip ilk uçakla Londra’ ya dönüyoruz.
Akşam 22.30 Londra....


olcay / 23 eylül


Sabah uçağı kaçırdık, havaalanında sabahlamamıza rağmen uçağı kaçırdık. Elektronik check-in yapmamıza rağmen sözde elektronik biletimizi kaşeletmediğimiz için son konturolden tekrar başa giderek aynı işlemleri yaptık. Görevliye kaşe, xray araması yeniden yaptık. Bileti aldığımız firmanın kapısı apronun en sonundaydı. Yapacak birşey pek bir şey yok. Dolayısı ile lEdingbrough' u rotamızdan çabuk bir kararla çıkardık. Ve akşam uçağına Londra'ya bilet aldık tekrar. Bu arada 23 Eylül Uğur'un doğum günü. Doğum gününü İskoçya' da kutlamayı düşünüyorduk ama Uğur'un daha yola çıkmadan doğum günüm Dublin'de geçirmek istredim hayali burada gerçekleşti. Bunu da fırsat bilerek vede bu saatte uçağımız olmadan hemen en yakındaki barda kutlamayı yaptık. Birer İrlanda viskisi ve birer İrlanda siyah birası. Mutlu yıllar Uğur! Gün boyu yapacak pek bir işimiz yok, çokta yorgunuz.Uğur görmediklerini için tekrar şehre gitmek istediğini söyledi. Hep beraber Dubline' e tekrar gittik. Yerel İrlanda yemekleri için tavsiye alıp ünlü bir restorana gittik. Burası önceden kilise olan bir mekan. Hatta bu ünü Arthur Guinness' in de burada evlendinden geliyor. Yapı eski olamasına rağmen iç dekorasyonun yenilendiğinden bence çekiciliğini kaybetmiş. Seçtiğimiz yemekler geldiğinde yanında yine siyah bira söylüyoruz. Yemekten hemen sonra Uğur tek başına ayılıyor. Bahtiyar'la bir süre daha çevrede dolaşıyoruz. Sokaklarda hep sokak sanatçıları var. Genelde hemen hepsi şarkı söylüyor 3-5 kuruş için. Ama bizdeki sokak şarkıcılarına göre oldukça donanımlılar, ekipmanları oldukça fazla. Oyalanmaya çalışıyoruz ama çok yorgunuz,çok uykumuz var, çok da kirliyiz bu arada. Halaalanına dönmek için otobüse biniyoruz ama parayı bozuk istediklerinden Bahtiyar bozdurmak için indikten sonra hemen otobüs hareket ediyor. Şimdi herkes tek başına. Bir buçuk saat kadar sonra Bahtiyar çıka geliyor, Uçağın kalkmasına hala 4-5 saat var. Oyalana oyalana havaalanında dolaşıyoruz. Gündüz haalanında uyuklayacak pek koltuk yok. Bilet işlerimizi bu sefer erken hallettiğimizde sorunrsuz uçağın kapısına geliyoruz. Uğur' da bu sırada yine bir dünya hediyelik eşya alarak yorgun halde geldi. Sorunsuz uçağa bindikten sonra yarı uyuyarak Londra'ya geldik. Yalnız büyük bir sorunumuz var, çok yorgunuz dinlenmemiz gerekli fakat konkalayacak ne yerimiz ne de herhangi bir yere rezervasyonumuz var. 2 gün önce güvenli olsun diye West End' de otoparka karavanımızı almaya gidiyoruz. Bu 2 günlük güvenli otopark bize 90 sterline patlıyor ya neyse. Bahtiyar avigasyonumuzdan en yakın karavan parkı bulup işaretliyor. 1 saat sonrasında kapısı kilitli muhteşem hazrlanmış bir karavan kampına geliyoruz. Kapıda uyarı var; akşam 10 sabah 8 saatleri arası kapı kapalıdır! Bu saatler arasında gelenler yakındaki otoparkta kalabilirlermiş. E tabi bizimde böyle kurallara alışkanlığımız olmadığından kös kös otoparkta gecelemeye gidiyoruz. İlk akşam yunan gmrüğünden aldığımız rakıyı daha ilk kez burada açıyoruz. Herkes nedense ilk kadehte pes ediyor. Karavanda yer bölüşümü yapıp hemen uyukuya dalıyoruz. Hiç kimsede yerine itiraz etmiyor.Üçümzüde çok yorgun, çok uykusuz ve çok kötü kokuyoruz.

 
Sabah uçağı kaçırdık, havaalanında sabahlamamıza rağmen uçağı kaçırdık. Elektronik check-in yapmamıza rağmen sözde elektronik biletimizi kaşeletmediğimiz için son konturolden tekrar başa giderek aynı işlemleri yaptık. Görevliye kaşe, xray araması yeniden yaptık. Bileti aldığımız firmanın kapısı apronun en sonundaydı. Yapacak birşey pek bir şey yok. Dolayısı ile lEdingbrough' u rotamızdan çabuk bir kararla çıkardık. Ve akşam uçağına Londra'ya bilet aldık tekrar. Bu arada 23 Eylül Uğur'un doğum günü. Doğum gününü İskoçya' da kutlamayı düşünüyorduk ama Uğur'un daha yola çıkmadan doğum günüm Dublin'de geçirmek istredim hayali burada gerçekleşti. Bunu da fırsat bilerek vede bu saatte uçağımız olmadan hemen en yakındaki barda kutlamayı yaptık. Birer İrlanda viskisi ve birer İrlanda siyah birası. Mutlu yıllar Uğur! Gün boyu yapacak pek bir işimiz yok, çokta yorgunuz.Uğur görmediklerini için tekrar şehre gitmek istediğini söyledi. Hep beraber Dubline' e tekrar gittik. Yerel İrlanda yemekleri için tavsiye alıp ünlü bir restorana gittik. Burası önceden kilise olan bir mekan. Hatta bu ünü Arthur Guinness' in de burada evlendinden geliyor. Yapı eski olamasına rağmen iç dekorasyonun yenilendiğinden bence çekiciliğini kaybetmiş. Seçtiğimiz yemekler geldiğinde yanında yine siyah bira söylüyoruz. Yemekten hemen sonra Uğur tek başına ayılıyor. Bahtiyar'la bir süre daha çevrede dolaşıyoruz. Sokaklarda hep sokak sanatçıları var. Genelde hemen hepsi şarkı söylüyor 3-5 kuruş için. Ama bizdeki sokak şarkıcılarına göre oldukça donanımlılar, ekipmanları oldukça fazla. Oyalanmaya çalışıyoruz ama çok yorgunuz,çok uykumuz var, çok da kirliyiz bu arada. Halaalanına dönmek için otobüse biniyoruz ama parayı bozuk istediklerinden Bahtiyar bozdurmak için indikten sonra hemen otobüs hareket ediyor. Şimdi herkes tek başına. Bir buçuk saat kadar sonra Bahtiyar çıka geliyor, Uçağın kalkmasına hala 4-5 saat var. Oyalana oyalana havaalanında dolaşıyoruz. Gündüz haalanında uyuklayacak pek koltuk yok. Bilet işlerimizi bu sefer erken hallettiğimizde sorunrsuz uçağın kapısına geliyoruz. Uğur' da bu sırada yine bir dünya hediyelik eşya alarak yorgun halde geldi. Sorunsuz uçağa bindikten sonra yarı uyuyarak Londra'ya geldik. Yalnız büyük bir sorunumuz var, çok yorgunuz dinlenmemiz gerekli fakat konkalayacak ne yerimiz ne de herhangi bir yere rezervasyonumuz var. 2 gün önce güvenli olsun diye West End' de otoparka karavanımızı almaya gidiyoruz. Bu 2 günlük güvenli otopark bize 90 sterline patlıyor ya neyse. Bahtiyar avigasyonumuzdan en yakın karavan parkı bulup işaretliyor. 1 saat sonrasında kapısı kilitli muhteşem hazrlanmış bir karavan kampına geliyoruz. Kapıda uyarı var; akşam 10 sabah 8 saatleri arası kapı kapalıdır! Bu saatler arasında gelenler yakındaki otoparkta kalabilirlermiş. E tabi bizimde böyle kurallara alışkanlığımız olmadığından kös kös otoparkta gecelemeye gidiyoruz. İlk akşam yunan gmrüğünden aldığımız rakıyı daha ilk kez burada açıyoruz. Herkes nedense ilk kadehte pes ediyor. Karavanda yer bölüşümü yapıp hemen uyukuya dalıyoruz. Hiç kimsede yerine itiraz etmiyor.Üçümzüde çok yorgun, çok uykusuz ve çok kötü kokuyoruz.

bahtiyar / 10.gün

Feribota bindik, yine deck camping. Ama yol kısa olduğu için hiç yayılmadık. Ben biraz casinoda vakit geçirdim, Olcay ve Uğur blog yazısı yazdılar. Ben yazı yazarken ikisi de ikinci rüyalarındaydı. Fransaya girerken ben geçtim direksiyona. Gecenin saat bilmem kaçı olmuş, benzin bitmek üzere, 3 benzinlik dolaştım, hepside sadece kredi kartıyla çalışıyor. Benim kredi kartım nedense benzinliklerde hep geçersiz. Diğer yerlerde sorun olmadı nedense. En sonunda Olcay'ı uyandırdım, ilk olarak Texaco marka bir benzinlikten deneme yaptık, daha sonra sadece 5km. gerideki fakat litresi 20 cent daha ucuz olan Carrefour marka benzinlikten depoyu fulledik. Ağzına kadar doldurdum ucuz bulunca. Ha bu arada texaco Belçika'daydı. Yani Belçika'ya gitmek için benzin lazım ama benzin Fransa'da daha ucuz. Belçika'dan Fransa'ya gitmeye yetecek kadar benzini Belçika'dan alıp, Fransa'dan depoyu fulleyip, Belçika üzeri Hollanda. Vay be.. Bir de güneydoğudan Suriye'ye benzin almaya gidenler garip geliyordu bana :)
Belçika girişinde fotoğraf çektim, biraz ilerleyince sis bastırdı. Hazır uykum da var, otoyol üzerinde bir park alanına çektim 1-2 saar kestirmek için. 06:30'da durup, 07:30'a alarmı kurup, 08:30'da uyandım :) Bir iki benzin istasyonu sonrası kahvaltı için durduğumuzda Amsterdam yönüne giden yaklaşık 10 ane volkswagen geçti otoyoldan. Büyük ihtimalle etkinlik var deyip hızlandık biraz. Şehir girişinde baya bir trafiğe takıldık. İleride bir vosvos gördüm, biraz motoru bağırtmadan ve birkaç Ankara style makas'tan sonra yanına yanaştım elemanın, sorduk etkinlik var mı? Nerede? diye, bilmiyormuş. Bu arada karşı şeritten antika, aşırı bakımlı klasik, süper eski model diye tanımlayabileceğim birçok araba geçti.
Amsterdam'a direk şehir merkezine bodoslama girdik. Garmin gerizekalısına kalsa bizi Kayseri üzeri götürecek, iyi ki Yola çıkış sabahında cep telefonuna yüklemişim navigasyonu. iGo herkese tavsiye derim. Şehir merkezinde tek bir şey dikkat çekiyor. Her yer SS. ( tü, pis, kaka ürünlerin satıldığı dükkan. Kısaltmamın sebebi ise yazıyı okuyan 18 yaş altı insanların da olabileceği, konuyla ilgili kelimelerin internetten aratılıp; ahlaklarının bozulma ihtimalini düşünmemdir). Başlıyoruz direk botel aramaya. (botel: eski teknelerin hostel'e dönştürülmesi sonunda ortaya çıkan konaklama yeri). Garmin gerizekalısı yine birşeyi beceremiyor. Arattık botel diye, bizi götürdüğü yerde bir çin lokantası, bir de kafe var. Kafenin bedava kablosuz internetinden başka botel adresleri bulup devam etmeye çalışıyoruz, Garmin gerizekalısı yine devrede. Bizi götürmeye çalıştığı yere giden yolda çalışma var. Alternatif üretemiyor. Bir iki saati o şekilde harap ettikten sonra en ilkel çözüme geri dönyoruz, arabadan inip birisine sormak. Doğru cevap, yürüyerek beş dakikada vardık. Başladık Olcay'la botel botel dolaşmaya :) tek kişilik oda olmadığı, toplamda da 3 kişilik yerleri olmadığı için çıkıyoruz. Kısa bir toplantı sonunda çözüm: Olcay>otel, Uğur>botel, Bahtiyar> araba. Neden mi? Vatikan olayından sonra gecelediğimiz yerlerde boş bırakmıyoruz arabayı. Arabayı da sahilde manzaralı ve güvenli bir otoparka park ediyorum(15:00). Ben arabanın içini uyunacak hale getirirken Olcay ve Uğur'da yerleşip arabaya geliyorlar(16:00). Şehir merkezine doğru yola çıkmamız (16:34). Bu kadar sürede ne mi yaptık? Sorunuz: Unutkan Uğur :)
Şehirde inanılmaz oranda bisiklet ve eski araba var. Araba açısından şunu söyleyebilirim ki Citroen DS'ler, 2CV6'lar, 1940'lı modellerde Volvo'lar hiç heyecanlandırmamaya başladı beni. Bisiklet konusu daha beter. İlk defa çok katlı bisiklet parkı gördüm. Ufak filan da değil, 5-6 katlı, onbinlerce bisiklet! T3 yüksek tavan da çok fazla vardı. Gerçi bırakın T3'ü, yüksek tavan Renault Megane bile varmış. Pevgeot 205 kamyonet de Ostim'den önce Amsterdam'da!
Şehir merkezi hediyelik ürünler, cinsel münasebetleri renklendirici ürünler (SS'ten yerine bu açıklama kulağıma daha hoş geldi) ve insanı kendinden geçirip başka dünyalara gönderen ürünler satan dkkanlarla dolu. Güya ikinci el eşyalar satan bir pazar çıktı karşımıza ama hikaye. Tamamen turist düdüklemece. Orada dağılıyoruz şehri gemeye. Ben ana meydan tarafına gittim. Çok kısa zamanlara müze gezisi sıkıştırmak, otellerde dağıtılan bedava haritalardaki işaretli yerlere gitmek ya da japon turistler gibi fotoğraf çeke çeke gezmek yerine; o memleketin meydanına gitmeyi, biramı alıp bir merdivende yudumlamayı ya da manzarası güzel bir kafede kahvemi içmeyi severim. Meydanda bir tur attıktan sonra Olcay'la karşılaştık tekrar (dünya küçük) baya bir oturduk meydanda.
Olcay'la da ayrıldıktan sonra dolaşıyorum, kafamı nereye çevirsem kırmızı sokak lambası. Arkadaşım sizin ülkenizde yok mu kütüphane? Kıraathane? Dernek lokali? Hadi anladık sanata, bilime çalıştırmıyorsunuz kafanızı, bari biraz efendi olun! Daha fazla uzatmayayım ben bu konuyu, asabım bozuluyor.
Arabaya doğru giderken bir kayboldum, bir kayboldum, olmaz böyle kaybolma. 1,5 saat! Otopark ışıklı bir saat kulesinin 2 alt sokağındaki sahilde. Ben nereden bileyim o saat kulesinden 13-15 tane olduğunu? Şehir zaten Venedik gibi, her tarafı sahil her tarafı köprü.. O yorgunluğun üzerine arabaya ulaşınca daha önce denemediğim 2 bira alıp, ayaklarımı uzatıp yorgunluk attım biraz. 10. günün bitişi de böyle oldu.

bahtiyar / 9.gün

Uzun zamandan sonra uzanarak, yastıklı-uyku tulumlu bir uykudan sonra saat 08:30 civarı uyandık. Plan kamp yerinde duş alıp, eşyalarımızı düzenleyip hemen Londra'ya gidip müzeleri, tarihi-turistik yerleri gezmekti. Kamp alanına girişte görevli teyze ilk başta fırça attı bize biraz, sanırım gece geldiğimizi kameradan izlemiş sabah, ufak bi anlaşmazlıktan sonra girdik içeri. Ama biz haklıydık. 22:30'dan sonra kamp alanına girilmezmiş, bilmiyor muymuşuz? Sanki her haftasonu kampa Londra'ya gidiyoruz..
Teferruatlı kayıt işleminden sonra içeri girdik. Herşey çok özenle hazırlanmış ve planlanmış. Araba park edilecek yerler beton kaplı, diğer her taraf yeşil. Hem girişteki nnizamiye kapısı, duşlar ve mutfak kilitli, hepsinin şifresi ayrı ayrı. Temizlik 10 üzerinden 10. Kısaca mükemmel! Çevresi tamamen ağaçlarla kaplı, orta kısımda hiç ağaç yok, bence gerek de yok çünkü içerideki her karavanda tente var. Bu arada her park kısmının yanında elektrik kutusu da var.
Aldık duşlarımızı, eşyalarımızı düzledik, kahvaltı-kahve faslını yaptık, ben debriyaj pedalını ayarladım, derken saat 13:00 oldu. Direk şehir merkezine gittik. Camden Town ilk durak oldu. Müthiş bir yer. Tam gençlik merkezi. 16:15'te buluşmak üzere dağıldık, herkes biraraya geldiğinde 16:45 olmuştu bile. Yani British Museum ve Empire War müzesi işi yalan oldu. Oradan Covent Garden'a doğru yollandık. Merkezde okuldan arkadaşım Yasin ve onun arkadaşı Burak'da katıldı bize. Normal hayatında tanıyıp görüştüğün birisiyle farklı bir yerde karşılaşmak ve zaman geçirmek muhteşem bir duygu. Biraz turaladıktan sonra bir English Pub'da vurduk biranın ve sohbetin gözüne. Her yerde sokak müzisyenleri, insanlar hiçbir durumda birbirlerine saygılarını kaybetmiyor, herkes neşeli, heryerde kahkahalar.. Çok sevdim Covent Garden'i.
Saat 20:00 civarıydı sanırım ayrıldık, Soho'dan bir emaneti alıp taksiyle arabanın yanına.. Marketten atıştırmalık birşeyler alıp yola çıkmamız 22:30 civarı.. Yol üzerinde yemek yemek için durduk, Olcay ve Uğur atıştırırken ben birikmiş yazıları yayınladım blog'da.
Manş'ı sürerek geçmek istedik, aynı zamanda zamandan da tasarruf etmiş olacaktık ama 280 euro bizi caydırdı. Geri dönüp feribot iskelesine yanaştık. İlk feribot 00:45'te. Gümrük işlemlerini hallettikten sonra polis karavanı arama bölgesine çekmemizi istedi. Tam içerdeki eşyaları toparlamaya çalışıyoruz ufaktan, arama yapacak polisi bir gördük ki!!! Orada zaman durdu! Kelimeler kifayetsiz kaldı! Abla Top Modellikten sıkılıp polisliğe başlamış. Düşünün ki uzun sarı saçlı, renkli gözlü, hafif çilli, uzun boylu, 90-60-90! Öyle böyle değil. Hem güzel, hem sempatik, hem çıtı pıtı, hem görgülü, hem dürüst, hem çalışkan.. Hatta sokakta hanımefendi, mutfakta aşçı olduğuna bile eminim :) Uzatmayayım, arandıktan sonra geçtik feribot sırasına, sanırım saat 00:00 civarıydı ve 9. gün blogunun da sonu...

bahtiyar / 8.gün

Sabah uyandık, hemen çanta kontrolü, kişisel bakım, kahve.. Hani İskoçya'ya gidicez ya.. Biletler cebimizde, uçuşun gerçekleşeceği kapıya gittik erkenden, oturuyoruz öyle.. Olcay "bu biletin üzerinde vize filan bişeyler yazıyo" dedi. Hikaye bu cümleyle başlar... Kapıdaki görevliye sorduğumda çıkış işleminizi onaylatmanız gerekiyordu dedi. Nereden? Ryanair ofisinden. Yani girdiğimiz kapıdan. Yani yaklaşık 600-700 metrelik kalabalık bir yürüyüş parkurundan! Başladık koşmaya. Kalabalığı yara yara koşturuyoruz, zaten ucuza bilet almak için tek kabin bagajı şartı var. Bizde 2'şer tane, bir de onlar engellemeye çalışıyor koşmamızı.. Bir de şöyle bir durum var, biz normalde güvenlik taramasından geçtiğimiz için o kapıdan geri giremiyoruz, haydi başka tarafa koş. Ülkeye yeniden giriş yapacağız yani. Pasaport kontrole vardık, bir de zenci eleman var bizim durumumuzda, bir tane bile görevli yok! Bağır, çağır, kapıları tıkla.. Dozu da artıramıyoruz, sonuçta polisler. Yaklaşık 6-7 dakika sonra bayan bir polis gelip dinledi, hiçbir evrağımızı kontrol etmeden "geçin" dedi. Koşturmaya devam, gittik ofise, kadın bastı mühürleri, yeniden uçağa koş.. 15 dakika var tarifesine. En genç ben olduğum için en hızlı da benim aynı zamanda. Kapıya ulaştım kan ter içinde, kapatmışlar. 2 de kız var terden sırılsıklam olmuş, benim durumumda.
( Şimdi hikayenin bu kısmına orada ilk gözgöze geldiğimizde aramızda bir elektriklenme oldu, birbirimize doğru yürümeye başladık. Ben tek başımaydım ama onlar iki kişiydiler ve ikisinin de heyecanı gözlerinden belliydi filan diye devam eder, kendi lehime baya bir sallardım ama bizbizeyiz şurada, doğruları konuşmakta fayda var. )
Etrafa bakınıyorum, görevli kimse yok. Diğer kapıdaki görevliye gidip 5 kişi hazır olduğumuzu bizim uçağın ramp supervisor'una söylemesini rica ettim. Cevap " locked up" ! Yav diyorum daha merdiven açık (Ryan Air'de uçağın kendi merdiveni var, yanaşan birşey yok), Beacon yanmıyor (bkz. havacılık terimleri), nasıl hazır uçak? Arada yürüme mesafesi 10 metre ya var ya yok! Görevli de üzüldü halimize ama bizim uçaktan sorumlu gavur İrlandalı ramp supervisor'u gıcık mıdır nedir açmıyor. O ramp supervisoru için küfür etmek istiyorum, fakat bu yazıları çoluk çocuk okuyordur filan, psikolojileri etkilenmesin, yabancı dilde küfür edeyim bari de anlamasınlar. Pezevengis! (Yunanca)
Görevlinin yardımcı olmak istediği her halinden belli, tekrar bizim kapıya gidip kızlara rica ediyorum, gidin bir de siz konuşun, saçlarınızı savurun filan diye, gittiler, sonuç yok. (tabi koşturmaktan leş gibi terlemişler, saç baş dağınık, sonuç bu olur). Cama yapışıp kaptana işaret etmeye çalışıyorum, yok bende havacıyım, ben senin yerinde olsam açarım, 5 metre hemen geliriz filan. Ama kokpitten nasıl görünüyorsam artık sadece ışığı açıp ellerini iki yana açtı, kapattı ışığı. Başladım bizimkileri beklemeye. Bu arada uçak hala bekliyor, merdiven de açık. O esnada hani havalimanlarında yaşlı ve engellileri taşıyan arabalar olur ya, onunla doktor geldi şehzade gibi. E aramadan önce ben geçtim, sonra Olcay, sonra doktor. Olcay niye yok? Bir ampul yandı direk. Ping! Uçakta! Telefonumu açtım, mesaj geldi, Olcay 3 kere aramış. Ben arıyorum, telefonu kapalı. Uçakta olma ihtimali büyüyor kafamda. E beni geçmedi? Kısa bir ara geçiş filan da yok. Doktor eşyalarını bırakıp geri Olcay'a bakmaya gitti, belki yolda bir terslik olmuş olabilir diye. O esnada bir görevli geldi uçak tarafından, yolcu listesinin olup olmadığını sordum, güvenlik sebebiyle söyleyemezmiş.. Ben başladım internetten ilk Edinburgh uçağına bilet aramaya. İçimden de diyorum Olcay nasıl sattın gittin bizi filan diye. Uçak 06:35 idi, 06:55 civarı doktorla yanyana geldi Olcay. koşarken yolları karıştırmış, bir daha aramışlar filan. Yetişemedik yani. Bunları anlattım kısaca, Olcay'ın tepkisi "dua etsinler iyi insanlarız da bomba ihbarı yapmadık" oldu. Bakıyoruz birbirimize, ne yapalım ne yapalım? Haydi Uğur'un doğumgününü kutlayalım. Girdik hemen yandaki bara, önce birer duble Jameson viski, ardından Guinnes! saat 07:15 filan. Kadeh kaldırıp kutladık doğumgününü, video çektik filan, hani olan oldu ya; nasıl rahatız. Akşam 20:40 uçağına Londra'ya geri dönüş biletleri hazır.
Baya bir zaman geçirdik orda. İnternet geyikleri, Londra'ya geri dönüş uçak bileti, telefon-kamera şarzları.. Yavaş yavaş toparlanıp, eşyaları emanete bırakıp merkeze gittik yeniden. Traditional Irish food ( yöresel İrlanda lezzetleri) arıyoruz. Turizm ofisindeki amca bizi St. Paul Church diye bir yere yönlendirdi. Gittik, gerçekten mükemmel. Eski kiliseyi restoran yapmış elemanlar. Ortasında kocaman bir bar var. yemekler ve hizmet mükemmel. Mekanın özelliği de Arthur'un evlilik töreninin o kilisede yapılmış olması. Doktor eksik kalan sanat sepet ziyaretleri için ayrıldı yanımızdan, biz yumuşak koltuklara oturup 1 saate yakın keyfini çıkardık. Sonra kaşınıp biraz daha alışveriş yaptıktan sonra havalimanına gidip uyuyalım dedik. Otobüs kağıt para almadığından Olcay gitti ben kaldım. 40 dakika filan gecikmeli de ben gittim havalimanına. Bu sefer de Starbucks'un yumuşak koltuklarına iliştik. O yorgunluk ve uykusuzluk düzeyinde uyumak değil oturmak bile büyük keyif.
Biletleri kontrol ettirip uçağın kalkacağı kapıya yöneldik tekrar. Duty free gezdik biraz. Kapıda beklememize rağmen uçağa en son biz bindik. Hatta en son Uğur bindi. Ama sonunda binmiştik ya önemli olan da o. İndiğimide saat 22:00 civarıydı. Heatrow'da 4. terminalden alışveriş yapmaya gittik, kapalıydı. Metroyla şehir merkezine giderken içim geçmiş, kızlı erkekli bir grup kafası iyi ergen baya bir eğlenmiş benimle.. Arabanın yanına gittiğimizde tek problem kalacak yerimizin olmamasıydı. Arabayla şehri biraz turaladıktan sonra Garmin ilk defa işe yaradı, bizi süper bir kampinge götürdü. Orada da tek sıkıntı kapalı olmasıydı:) Üçümüz de arabanın içinde yatmak için eşyalarımızı ayarladık. Açtık bir de Tekirdağ Altın Seri Rakı.. Of! Geleneksel lezzetimiz Rakı'yı Highland Spring Water ile sulandırıp yanında da mozarella peyniri yemek garip oldu ama olsun. 8. gün de böyle bitti..

bahtiyar / 7.gün

Havalimanında anında uykuya daldık. Hatta bir ara polis filan gelip sorular sormuş, haberim yok. Ama uçuştan bir buçuk saat önce dınk! açıldı gözlerim. Hızlı bir kişisel bakım, bi kahve, bekle bizi İrlanda! Sen mi büyüksün biz mi? BMI diye bir firma, Airbus A320 uçak, uyuyarak gecen yolculuktan sonra vardık İrlanda'ya. Havalimanında ücretsiz kablosuz internet vardı, yerel saatle de sabahın köründe indiğimiz için biraz vakit geçirdik havalimanında. İnternet işlerimizi hallettik, kahvaltı filan.. Havalimanının önünden direk şehir merkeine giden otobüs var. 41 ve 16a numaraları.. Yol üzerindeki müstakil evler hayranlık uyandırıcı..Yaklaşık 45 dakika sonra şehir merkezindeydik. Direk bir internet cafe bulup Edinburgh uçak biletlerini aldık. Merkeze doğru giderken hemen karşımıza hediyelik eşya satan dükkanlar çıktı. Bir tur attık içeride, mest olduk. Guinnes ürünlerinden burada da var. Londra'dan biraz daha ucuz ama hala çok pahalı.
Ben havalimanında tıka basa yemiştim, Olcay ve Uğur'un ikinci kahvaltıları için bir yere girdik, çok hoşuma gitti. Bu arada ilk orjinal Irish ablayı orada gördüm. Çıkınca şehir merkezinden sallana sallana Guiness fabrikasına doğru yürümeye başladık. Malum Dublin'e uğrama sebeplerimizden birisi. Yolu öğrendik, elimizde harita, gidiyoruz, sorun yok. Karşımızdan bir sarhoş evsiz geliyor, çat! doktor adamın fotoğrafını çekme maksadıyla adres sordu. (önceki örnekler için bkz. 3.gün: doktor esrarkeş Paki'leri ta Livorno'da buluyor). Be adam mıknatıs mısın? İnceden yürüdük Olcayla, adam esir etti Uğuru.
İlerliyoruz fabrikaya doğru, yolda panayır gibi bir yer, herkes ev yapımı yiyecekler satıyor, tatlı aldık, inanılmaz ötesi. Süper! Muhteşem! Bu arada fabrikaya giderken birşeyler dikkatimi çekti. Her yer şenlik alanı gibi. Bütün barlarda afişler, bayraklar, hazırlık.. Öğrendik ki Arthur's Day kutlamaları varmış. Bu Arthur; Dublin için büyük adam. Guiness fabrikalarının kurucusu. Bolu için İzzet Baysal ne ise, Safinaz için Temel Reis ne ise, cep telefonu için şarz ne ise bu da öyle. Adam kalkındırmış ülkeyi.. Çocukları, torunları da sağolsunlar işlerine sahip çıkıp, gözlerinin önüne bakıp işe devam etmişler. Aferim onlara.
Gelelim Uğur meselesine. Eski yazıları takip edenler bilirler, yola çıkmadan önce adama tek bir görev verdik, o da gideceğimiz rotadaki etkinlik, konser, önemli gün, maç vs. araştırmaktı. Dublin'de öğrendi o da Arthur's Day olduğunu. Hayır dandik birşey değil, dünyanın bilmem kaç yerinde eylem filan yapmış insanlar o gün resmi tatil ilan edilsin diye. Sorduğunda da "ben ne bileyim ulan" cevabını alıyorsun. Ama adam Paris'te bilmem ne sanat, veterinerlik müzesini filan biliyor.
Girdik fabrikaya. Ben daha önce Pilsner Uruquell fabrikasını da gezdiğim için çok şaşırmadım. İçeride sürekli bir adam düdüklemece. Sanırsın uzaya roket attılar. Neyse çok üstlerine gitmeyim, tarafsız olmak gerekirse hem fabrikası, hem birası, hem sosyal konulardaki duyarlılığıyla alkışlanası marka. Şu andaki yetkili olur da "başlarım fabrikasına, kapatıyorum, yelkenle dünya turuna çıkıcam" dese bitti ülke. Neyse, fabrikanın bizlere gösterilen kısmı çok güzel. Ciddi emek harcanarak hazırlanmış, iyi yatırım yapılmış, (giriş adam başı 14.40 euro olsun o kadar), hele en üst kattaki Guiness ikramı! O manzara ve arkadaşlar için bir kare fotoğraf çektirmek.. Güzel duygular bunlar..
Fabrikadan çıktığımızda Olcay'ın son enerjisi de bitti. Baktık otel ya da hostel bakınmaya. O esnada alışveriş işlerini hallettik. Çok şık, şirin bi hostel bulduk Olcay'a. Ben de elimdeki eşyaları bıraktım odasına, gece yarısı havalimanına gitmek üzere sözleşip ayrıldık. Doktor sanat sepet işlerini halletmeye gitti, ben de baya bi dolaştım şehri. Süper memleket. Biraz da Arthur's Day olmasından ötürü sanırım, her yerde eğlence, sokaklar cıvıl cıvıl..17:59'da herkes 1 dakikalığına Arthur şerefine kadeh kaldırdı. Sonra doktorla buluşup biraz da onunla takıldık. Irish Pub can imiş, onu farkettim. Her eve lazım. Ustalar müthiş müzik yapıyordu. Dışarıda sigara içerken tanıştım solistle, sesten nfilan açıldı konu, "sesimi 16 yaşından beri puro çmeme borçluyum" dedi. Birkaç Pub daha gezdikten sonra Olcay'ın kaldığı hostele uğradık, bindik taksiye uyudum. Havalimanına girişte uyandırıldım, binaya girip boş koltuğa oturunca yine uyudum...

ugur / Paris-Calais-Greenwich

               Lyonn’da fazla oyalanmadan Paris’e doğru yola koyulduk. Bahtiyar, aldığı 2 şişe Bordeux şarabı ile arkaya yayıldı, çok geçmeden bir şişesinin dibini gördü bile. Olcay bir süre gittikten sonra mola alanında Co-pilot a geçti daha sonra da uyumak üzere bahtiyarla yer değiştirdiler...
                Yola gelince, düzgün bir o kadar da ıssız. Bir süre daha gittikten sora bahtiyar da uyku moduna aldı kendini. Yaklaşık 200 km kala bir benzinlik girişini kaçırdıktan sonra varışa kadar tek bir benzinlik yoktu. Paris’ 50 km kala bir benzinlik bulduk ama anlamlandıramadığımız bir şekilde 23.30’da kapatıp gitmişler. Şöyle bir durum var geçtiğimiz ülkelerde aklında bulunsun: Benzin istasyonları self-servis. İnip kendin dolduruyorsun ya önce ya sonrasında da ödemeyi yapıp çekip gidiyorsun. İtalya’da sorun yaşamadık. Kapalı olsa da otomatik makinelerle iş halloldu. Ama burada o da yok. Yolda kaldık-kalacağız düşüncesiyle terler süzüldü bir tarafımdan. ‘’ Hadi bakalım Paris yolcuları uyanın yolda kaldık’’’ diyerek uyandırmak hoş olmazdı. Neyse bir şekilde ulaştık ama bu seferde kalacak yer sorunu oldu.         
          Eyfel çevresinde hiçbir otel yada hostelde boş oda yok.   Bir Olcay bir ben arayıp tarıyoruz ama boşuna. Garibaldi bulvarından nehrin diğer yarısına geçiyoruz burada da ara dur. Yok, yok... Madem öyle yine bir trik deneme zamanı.
‘’ Maalesef boş odam yok.’’ !!!
‘’hmmm öyle mi nerede bulabiliriz acaba? Görüyorsunuz uzun bir yoldan geliyoruz...
’’’ Bilemiyorum bu saatte zor bulursunuz’’’ !!!
‘’ Teşekkür ederim, çok yardımcı oldunuz, isminiz neydi acaba, tanıdıklarım olursa buraya yönlendiririm??
‘’ Teşekkürler benim adım Jak’’
          Ardından diğer sokağa yönleniyoruz. İlk otelden de aynı cevap. Biraz sinirli bir ifade takınıp:
‘’ Yalan söyleme biliyorum boş odan olduğunu, Jak beni buraya yönlendirdi ve yardımcı olabileceğini söyledi...
‘’ Jak? O da kim?’’
‘’ Şurdaki otelden, tanımadığını sanmıyorum’’!!
Bir homurdanmanın ardından 2 kişilik odanın var olduğunu öğrenip eşyaları çıkarıyoruz, numara tutuyor. Üstümüzdeki gerginlik biraz hafifliyor. Bahti bu sefer karavanı tercih ediyor. Biz de Olcayla 1 saat sonraya sözleşip dışarı çıkıyoruz biraz fotoğraf çekmek için. Sokaklar bomboş arada uyduruk Eyfel maketlerini satmaya çalışan Afro-Fransız satıcılar var sadece. Otele varıp yığılıyoruz.
             Sabah güne erken başlıyoruz. Olcay’ın arkadaşı Didem geliyor. Biraz lafladıktan sonra dağılıp 3 kişi serbest takılalım bugün deyip Paris’i keşfe çıkıyoruz. Ben Eyfele yöneliyorum. Asansör sırası beklenecek gibi değil, biraz oyalanıp vazgeçiyorum. Dönüşe sarkıtıyorum. Per Lachaise’e yöneliyorum. Yolda aynen benim gibi düşünmüş olan didemle Olcay’a rast geliyorum ve bu sefer de 180 derece fikir değiştirip 669 basamak çıkmaya karar veriyoruz. Çık çık bitmiyor demir ve çelik yapı. Çıktığımızda pert olmuş ama manzara karşısında da mest olmuş buluyoruz kendimizi. Bol bol fotoğraf çekip birer yorgunluk kahvesinin ardından Eyfelden iniş başlıyor ve daha kolay oluyor tabii.
            Metro durağını bulup, mezarlığa doğru uzanıyoruz. Şu bir gerçek İngilizce bişey sorduğunuzda anlayıp cevap vermeyen, göz teması kurmakta imtina eden soğuk biri varsa yanınınzda yüksek ihtimalle Fransızdır. Denemesi bedava. Tesbit şaşmaz. Örneğe daha sonra geleceğim. Neyse Olcayla mezarlığa gidiyoruz. Hızlandırılımış bir tur olduğu için hızlı davranmak gerekiyor. Önce Yılmaz Güney’i ziyaret ediyoruz. Zaten çok kolay ulaşılan bir yerde yatıyor. İlk sırada. Mezarının üstü çiçek ve yazılarla dolu. Ardından yukarı doğru çıkıyor ve kayboluyorum. Bir ara Balzac’ın mezarını buluyor ve ardından yanındaki bölgede Ahmet Kaya’ya rast geliyorum. Hoş bir mezar yazısı ve süslemesi var ama İçimizdeki o yazı yazma aşkından dolayı mezarın üstü çirkinleşmiş. Her gelen tükenmez, keçeli kalem ne bulduysa kendinden bişey yazmak istemiş taşa olmamış tabii... Onu bırakıp Yukarı doğru yönlenip Schophenhauer, Piaf ı bulmak istiyorum ama zaman el vermiyor. Aşağı diğer uca doğru yöneliyorum. Gürültüyü takip ederek Jim Morrison’u buluyorum. Diğer mezarların arasında sıkışıp kalmış. Vardığımda the Doors T-shirt ü giymiş gençleri ellerinde şaraplar mezarların üstünde Break on to the other side diye haykırırken buldum. Gerçekten de en gürültülü ve hareketli mezar burasıydı gördüklerim içinde. Belki Edith Piaf’ınki de öyle olabilir.
             Ardından çıkıp Metro ile Republiq e dönüyoruz. Burada Didem ile karşılaşıp acıktığımızı fark ediyor ve kendisine bırakıyoruz seçimi. O da bir Belçika lokantasına götürüyor bizleri. Birer porsiyon (daha doğrusu küçük bir tencere ) soslu, rokforlu ve kremalı midye söylüyoruz. Burada İngilizce soru sorduğum garson kızın ‘’Burada İngilizce konuşamam sadece Fransızca konuşabilirim deyip bana cevap vermemesine bozuluyorum. Didem’ de bunu aksana bağlıyor ve birçok Fransızın da bu yüzden komik aksan sebebiyle konuşmaktan kaçındığını söylüyordu. Beni  bir parça olsun bu yanıt tatmin ediyor ama yine de gereksiz ve saçma bir sebep olarak düşünmeye devam ediyorum.
              Ardından Quasimodo’ nun mekanına gitmeyi planlıyor ve aşağı yönleniyoruz. Yolda Gothic eşyalar satan bir dükkanda buluyoruz kendimizi, eleman İstanbulu bayaa iyi biliyor. Gothic ve Matal müzik üstüne kısa bir sohbet yapıp ayrılıyoruz mekandan. Notr Dame Kilisesine ulaşıyoruz. Dış görünüşü ve bina üstündeki heykeller ve kabartmalar çok etkileyici, Çizgi roman ve Filmlerden bildiğim bu mekan karşımda. Bol bol fotoğraf çekiyorum, az evvel dediğim gibi heykellerdeki ayrıntılar vakit geçirilmeyi hak ediyor. Çok fazla oyalanamıyoruz ve tekrar metro ile yola düşüyoruz. Yağımızı alıp Didemle vedalaştıktan sonra Calais’e doğru yol alıyor karavan.
Gece geç saatlerde Calais’’e varıyoruz. Manş Denizini su altından geçmek oldukça pahalı olduğundan vazgeçip Feribota yöneliyoruz. Bahti ile biz uyumayı tercih edip, Olcayı Feribotun üst katlarına yolluyoruz. Tam süreyi bilmiyorum uyuduğum için ama 2-3 saatte ‘’heralde’’ Britanya’ya adım attık. 
          Saat 07.00 suları.
Yapılacak ilk iş karavanın bakımı. Olcayla Bahtiyar bu işi kısa bir telefon desteği Recep Usta yardımı ile’’ fevkaladenin fevkinde ‘’ yapıyorlar... Klasik bir İngiliz günü hava kapalı ve yağmur çiseliyor. Şarj aletini unuttuğum için dönüşte o yolda koşmak o kadar da hoş olmuyor benim için
         Bir sonraki  hedef saatlerimizi düzgün ayarlayabilmek için Greenwich oluyor. Burada İletişimim sorunumuzu internet ve call-center da çözüyoruz. Ardından dövizlerin bir kısmını Pound’a çevirip biraz fotoğraf çekmek için oyalanıyoruz. Bu arada İstanbul yazısını görüp yanımıza gelen 4.  Türkçe konuşabildiğim biri olan genç hukukçu Buket’ de selamlar ve sevgiler, şayet yazıyı okuyorsa...
         İşimizi bitirince Olcay’ın ‘’mihmandar’’ lığında Londra’ya doğru gidiyor karavan...

25 Eylül 2011 Pazar

bahtiyar / 6.gün

Feribottan inince uyandım. ama ara ara daldım yine. Soldan akan trafik çok garip. Açlığa dayanamayıp girdik bir benzinliğe. Bu arada Avrupa'da çoğu yerde kendi benzinini kendin dolduruyorsun. Hatta Roma girişinde self servis olanlar daha ucuzdu. Koca benzinlikte tek adam çalışıyor, market kısmına giriş kapalı, sandviç alıcaz diyoruz, eleman karton üzerindeki çeşitleri gösteriyor, seçiyorsunuz, gidip getiriyor, sonra konsolosluklardaki pasaport haznesi gibi birşeye siz parayı koyunca malzemeleri koyuyor o da, değişiyorsunuz :) Sandviç altı üstü :)

Bir sonraki mola uykusuzluktan oldu. Ben üst katta, doktor ön, Olcaysa arka koltukta daldı uykuya. Malum westfalia :) Soğuktan titreyerek uyandığımda İngiltere saatiyle 04:30 filandı. benzinlikte birşeyler atıştırıp ısındım biraz. Sonra doktor geldi yanıma. Olcay'ı uyandırmamak için baya bi zaman harcadık benzinlikte. Sonra Olcay uyandı, sıvadık kolları 3000 km. bakımı için. Aslında 3500 filan oldu ama erteledik biraz gündüz yapalım diye. Hava felaket soğuk, önce yağını değiştirdik. Sonra uzun uğraşlar sonucunda sibop ayarını yaptık. Avans ayarı da 2. seferde tuttu, bakım tamamdır.. Bu arada yazmadan edemeyeceğim, avans ayarı yapmak için "doktor arabanın kontağını açabilir misin? ama marşına basma" dedim. Doktor gidip marşa bastı. Sanırım bizi öldürmeye çalışıyor, hani doktor ya, geri diriltebilecek sanki..

Restoran kısmının beleş internetinden faydalanalım dedik ama kahve pahalıydı, aynı fiyata geldi. İşlerimizi tam halledemedik. 2 netbook var ama birsürü güncelleme eksik. Doktor her tarafımıza trojan bulaştırdı, ben hard disk'imi sakladım :) Bilet alalım diyoruz ama her baktığımızda farklı fiyat. En ucuz 51 pound. Şimdi öğlen güneşi altında Londra'ya 10 km filan kaldı. Gidince ilk işimiz biletleri alıp, o havalimanı yakınında bir otoparka arabayı bırakıp şehrin tadını çıkarmak. Bu arada müdürüm sağolsun (special thx) işinin gücünün arasında ilgilendi benim bilet işiyle, bikaç arkadaş maillerine bile bakmadılar sanırım, gelince konuşucam onlarla..Bu arada yola çıktık, yaklaşık 1 km. sonra doktor laptopun aqdaptörünü unuttuğunu farketti, akılsız başın cezasını ayaklar çeker..

Londra girişinde Greenwich'te mola verdik (saatlerimizi ayarlamak için). Yemek, internet, kostüm değişimi ve bilumum ihtiyaç. Dublin'e gidiş uçak biletlerimizi aldık hemen. İşlerimizi hallettikten sonra tam yola çıkıyoruz, sağda lastikçi!. Hemen patlayan lastiği tamir ettiriyoruz orda. Güzel bir röportaj da yaptık, dönünce izleriz. Tek kötü tarafı lastik tamirinin 20 pound olması! 

Olcay Londra'yı iyi bildiği için güzel bir tur attırdı bize. Dışından görmediğimiz önemli yer kalmadı diyebiliriz. Çok güzel fotoğraflar çektik. Tower Bridge'da bisikletli bir Türk iyi şans diledi bize. Bu arada seyir halindeyken ışıklarda inip hemen fotoğraf çekip geri biniyoruz filan.. Londra yerlilerinin akşam yemeklerindeki sohbet konusu olduğumuza eminim. Bu arada gizli saklı yok, 10 üzerinden 9,5 güzelliğinde bi hatunla gözgöze geldik ışıklarda. Gülümseyerek bana bakıyor, bende acaba neden bakıyor diye ona bakıyorum, aklıma da komik birşey geldi, gülümsyorum bir taraftan. Başka bir maksadım yok yoksa. Öyle her bakana, gülmseyene karşılık verecek olursam... Ohoo evin yolunu bulamam. Gözlerinden anladığım kadarıyla "naber? keşke gitmesen, telefon numaranı nereden bulabilirim?, araba kaç model?, ne kadar yakıyor?" gibi sorular sordu. Evet gözünden anlarım! Cevap vermedim ama.. Yeter, bıktım bu ilgiden.. Neredeyse biz gözden kaybolana kadar baktı arkamdan, sonra el salladı. El sallayışında da "sana bağlandım, yeniden karşılaşana kadar seni bekleyeceğim yağızım" anlamı vardı. Neyse..

Başladık otopark aramaya. Sabaha karşı uçağımız var ve güvenli bir otopark lazım. Günlük fiyatları 35 pound! Bize lazım 3 gün! Baya bi aradık daha hesaplı bir otopark, ya baya bir uzak ya da tavanı alçaktı bizim araba için. Bu arada çok açık yüreklilikle söyleyebilirimki Olcay Londra trafiğini alt ve üst olarak ikiye ayırdı. Kırmızıda geçmeler, dalıp sağ şeritte beklemeler filan :) Bi de adamlara kızıyor :) En sonunda şehrin göbeğindeki "Trafalga" otoparkına bırakabildik. 3 gün 105 pound! Bakalım çıkarken bileti kaybettim diycem, yerse 35 pound ödeyip çıkarız, gelişmeleri aktarırım.

Başladık dolaşmaya..Önce güzel bir çin yemeği, sonra adım adım Londra! Eğlenceli, cıvıl cıvıl mekanlar, güzel ablalar, (bazı yerlerde güzel abiler), son metroya kadar turaladık. Ama genel anlamda pahalı memleket. Bir magnet 5 pound olur mu? (Buradan neden eli boş döndüğümüzü anlarsınız umarım:) Guinnes lisanslı rünler gördük, dibim düştü. Bu kadar kaliteli hediyelik ürünleri ilk defa gördüm. Fiyatları da ona göre tabi. Sokak sanatı işi de bayağı ilerlemiş. Bizde yasak, orda destek.. Uğramak istediğim bir iki yer daha vardı ama adresleri elime ulaşmadı. Ben de Soho'ya takıldım onun yerine, mis gibi..

Son metroya binip uyuklaya uyuklaya gittik havalimanına. Biz doktorla hemen şekerleme moduna geçtik, Olcay genç adam, terminaller arası tura çıktı. Sanırım 6. gün bu şekilde bitti..   

23 Eylül 2011 Cuma

olcay / 22 eylül


50 dakikalık yolculuğu uyuyarak geçirdikten sonra Dublin'e iniyoruz. 2 ülkenin aralarında yaptığı anlaşmalardan dolayı herhangi bir ülke vizesine sahip olanlara verilen kısa süreli kalış iznini Birleşik Krallık vizesiyle kullanıyoruz. Gümrük görevlisi hiç sorun çıkarmadan hatta Dublin için tavsiyelerde bulunarak beni ülkesine alıyor. Bugün Guinness birasının kurucusu için şehirde kutlama varmış. Hatta çok ünlü bir pub' a da gitmemizi söyledi. Havaalınında biraz dinlenmeğe ve Edingburgh'a bilet için braz kalıyoruz. Şehre vardığımızda da Edingburgh'tan Londra'ya bilet bakıyoruz. Bu sefer yolculuk otobüs ile olacak. Aslında çok iyi 9 saatlik yolculukta biraz daha fazla uyuma ve dinleme fırsatımız olabilir. Yemek faslından sonra havaalanından aldığımız şehir haritası ve bilgilerle şehri yürüyerek gezmeye başlıyoruz. Zira çokta büyük şehir değil ve görülecek tüm yerler birbirine oldukça yakın. Yalnız alış veriş için çok tehlikeli, çebimizi tamamen boşaltabilir. Siyah bira (ale) fabrikası Guinness fabrikasına doğru yürüyoruz, bir yandan da turistik mağazalara bakıyoruz hep birlikte. Almak istediğimiz çok şey var ama kendimizi de konturol etmememiz lazım. Bakına bakına yaklaşık yarım saatlik yürüyüşle büyük bira fabrikasına giriyoruz. Guinness'in geçmişini ve eski üretimini meraklılarına aktardığı müzeyi bir solukta bitirip çatı katına ulaşıyoruz. Herkes elinde Guinness birası içip laflıyor. Bu birayı bildiğimden fabrikaya gelmişken 2 pint birayı çabucak bitiriyorum. Diğer taraftan müzede Arthur için akşam 6'da kutlama hazırlıkları var. Dışarıda da daha şimdiden partiye davetliler sıra olmuş bekliyorlar. Yavaş yavaş şehrin merkezine dönmeye ve ufak tefek beğendiklerimiz almaya çalışıyoruz. Özellikle ben çok yorgun ve uykusuzum. Hostel bulmaya ve 4-5 saatte olsa uyumaya karar veriyorum. Bahtiyar ve Uğur şehrin Arthur için yapacağı kutlamaya gidecekler. Hostelde duştan sonra resmen pestilim çıkmış vaziyette hemen uyuyorum tabiki. Resepsiyona arkaşlarımın geleceğini ve 23:30 gibi beni uyandırmaları için not bırakıyorum. 00:15 gibi havaalanındayız. Bahtiyar ve Uğur Heatrow' a göre burada daha konforlu uyuyorlar. Edinburgh uçağı 06:35'te.

olcay / 21 eylül


08:30 a doğru feribottan inip yağmurlu havada adaya çıkıyoruz. Yine gümrükte herhangi aksilikle karşılaşmadık. 4-5 yıldır İngiltere' ye gelmediğimden trafiğin akışına bir zorluk çekiyorum ama Londra'ya doğru giden otoyola girdiğimizde yavaş yavaş alışıyorum. Hava bizim bu aylarda pek alışkın olmadığımız cinsten. Sabah oldukça serin ve sürekli yağan çok ince yağmur var. Kısa feribot yolculuğunda da uymamadığımdan uygun ve güvenli bir benzin istasyonuna ulaşmaya çalışıyoruz. Karavanın kalorifer sistemi şaşılacak ve beklenmiyecek düzelde çok çok iyi ısıtıyor. 40-50 km sonra bir benzin istasyonunda mola verip birkaç saat uyumaya çalışıyoruz. Sabah 8 gibi uyanıp, biere kahveden sonra yağmur altında ertediğimiz bakımımızı yapmaya hazırız. Yalnız dün Paris'te 20/50 herhangi bir marka bulamamıştık. Ustamıza Recep' e danışıp en yakın yağ olan 15-40 madevi yağdan 4 lt almıştık. Bakıma başladık fakat, ayarları pek tutturamadık. Hemen en yakın suflörlerimizden anında taktikleri aldıktan sonra bir süre bocalayarak 2-3 saatte yağı değiştirip sübap ayarlarının becerdik. Yola tekrar çıktığımızda distribütor ayarını pek beceremediğimizi fark edince ne yağmur altında ne de ters trafikte bakmak istemedik. Yaklaşık 1,5 saat sonra Greenwich yakınlarında Dublin' e uçak bilet bulabilmek için hem mola verdik hemde güneş açtığından şu beceremediğimiz ayarı düzeltmek istedik. Kısa sürede tüm işlerimiz hallolunca merkeze yani West End bölgesine doğru yola koyulduk. Yol üzerinde rastladığımız lastikçi 5-10 dakikada çivi giren lastiğimizi tamir etti. Merkez ulaştığımızda çokta yoğun bir trafikle karşılamadık. Bahtiyar ve Uğur bir yandan çevreyi seyrediken bir yandan da yoğun bir şekilde fotograf çekiyorlardı. Bu şehirde bulunduğum zamanlarda defalarca gittiğim yerleri bizimkilere hızlı bir turla gezdiriyordum. Westminister, Big Ben, London Dungen, Tower Bridge, London Eye ardından Trafalgar Square.. Artık çok yorulmuş ve açıkmıştık ama aracımıza güvenli ve kapalı otopark bulmaya çalışıyorduk. 3. bölgeye kadar çıktığımızda bile hala çok pahalıydı otoparklar. Havaalanında gidip gelme ücretlerini de düşününce tekrar merkeze doğru daha önce baktığımız otoparklardan birine dönmeye karar verdik. Londra' da gezilecek, görülecek çok yer var ama vakitte geç olduğundan bu bölgede kalmaya karar veriyoruz. Otoparktan çıktıktan sonra Picadilly Circus' tan geçip çin mahallesindeki restoranlardan birine girdik. Londra için çok uygun bir fiyata çin yemeğinden sonra biraz daha dolaşıp havaalanına gitmeye karar verdik. West End' de pek çok yer birbirine yakın olduğundan ilk önce Lecister Square'dan geçip Coven Garden' a yürüyüp, her zaman çok renkli olan Soho' nun kalabalık sokaklarında yürüdük. Buraya Edingbrugh dönüşü tekrar gelicez zira Ahmet'in karavanı için sipraişleri var. Bu arada bir arkadaşının iş yerine gelecek siparişler. İngilizlerin Tube bizim metro dediğimiz toplu taşıma ile Heatrow havaalanı Terminal 1 geldik. Bu terminal iç hatlarda uçtuğundan gecenin bu saatinde pek kimse yok. Bekliyenlerde uyunabilecek tüm bankları işgal etmişler. Dublin'e uçağımız sabaha karşı. Uykumuz çok ama uyuyacak pek yer yok. Vakit geçirmek için bu terminale göre çok daha hareketli olan Terminal 4' de gitmeye çalıştım fakat geç saatlerde terminaller arası geçiş yok.

21 Eylül 2011 Çarşamba

bahtiyar / 5.gun

5'te yatıp 8'de kalkınca günün geri kalanı pek bir mahmur geçiyor. Arabada buluşup plan yapıldı, bu arada Didem geldi, Olcay'ın arkadaşı, akşam 5'te tekrar arabada buluşacaktık. Sonra dağıldı herkes. Ben daha önce birkaç kere daha detaylı şekilde gezdiğim için pek yapacak birşey bulamadım. Daha çok, önceleri gezdiğim yerlerin tadını çıkarttım. Eyfel'e karşı kahve, Champs Elysees meydanında kahve, Notre Dame'da kahve.. Yani her görülmesi gereken yerde fransız aristokratlar gibi oturup sadece baş parmağım ve işaret parmağımla tuttuğum kahvemi yudumladım. Hayal gücü geniş olanlar bu tripleri serinkanlı bir seri katilde de gözlemleyebilirler.

Akşam en son mezarlığı ziyaret ettim. Yılmaz Güney, Jim Morrison ve Ahmet Kaya. Bir de Hugo varmış ama hayal kırıklığıyla öğrendim ki o Hugo ne Viktor Hugo ne de Kanal 6'da yayınlanan Tolga aabinin Hugo'su imiş. Diğerlerinde de herhangi bir ideoloji ya da hayranlık algılamayın, "hazır gitmişken görülmesi gerekenler" olarak tanımladığım için gittim. Jim Morrison'un mezarındaki resmini görünce "ha o muymuş? ne zaman ölmüş acaba" filan dedim kendi kendime. sadece bir arkadaşıyla konuştu ama ben Bir de şöyle birşey oldu, malum herkes oraya ünlüleri ziyarete gidiyor. Ben Jim Morrison'dan sonra çıkışa yürürken yoruldum, bir mezarın yanında da oturma yeriniğ görünce mola vereyim dedim. Çok eski ve neredeyse yazıları okunmayan bir mezardı. Ben de yazık geleni gideni yok heralde filan diye düşünüp üzerini temizledim biraz. O esnada mezarlıktaki diğer turistler benim ilgilendiğimi görünce o mezarın da ünlü birine ait olacağını düşünmüşler ki yollarını değiştirip geldiler, taştaki yazıya bakıp, dönüp bir de bana bakıp geri gittiler. Bu aynı kalabalık bir caddede birisi yukarı bakınca diğerlerinin de merak edip bakması gibi heralde.

Son anda yolları karıştırdığım için biraz geç kaldım arabanın yanına. Gittiğimde farkettik ki lastiğe vida girmiş. Stepneyle değiştirdik, stepnenin havası çok az. Didem süper aksanlı fransızcasıyla tamirci buldu, lastikçi sordu, yardım çağırdı.. ya da sadece bir arkadaşıyla sohbet etti ama benim fransızca bilgim şöför, şantör, sivuple ve mersi'den ibaret olduğu için o sonuca vardım. Neyse bindik arabaya, önce benzinlik sonra Didem'i bırakıp ver elini Calais! Hani Londra'ya gidicez ya ona mahsuben. Hani Paris'ten trenle gidecektik değil mi? Hah, Olcay araştırmış, 185cm'den yüksek araçları almıyorlar. İstanbul'dan çıkmadan alçaltsaydık arabayı dibine kadar olurdu belki. Sessiz sakin bir yolculuk oldu Calais'e kadar. Benim arkada otururken tek eğlencem Doktor'un kafasının neredeyse vites koluna kadar eğilmesi, uyanıp doğrulması, sonra yeniden eğilmesiydi. Calais'e vardık, tünel geçişi için bir asgari ücretten biraz fazla bir ücret istedikleri için tekrar feribota dönüş yaptık. 01:50 feribotu için sıraya girdik. Çok isterdim oraları da anlatmayı ama pireler uçuyordu çoktan. Malum kaç saatin yorgunluğu uykusuzluğu. Gün içinde 2 kere daha kanadı burnum. Hayırdır inşallah?

bahtiyar / 4.gun

Hareketli bir gecenin ardından 4. güne başladık. Ben yol boyu baya bir kilometre yaptığım için dinleneyim dedim biraz, Olcay 4 saat filan yol yapmış o esnada. Hatta arada kahve molaları, lastik hava basıncı kontrolleri filan var. Hiç farketmemişim. Uyandım, birer kahve içtik, sonra yeniden devraldım direksiyonu. Olcay dinlenmeye çekildi. Fransa devlet sınırına ayak bastık sonunda. Bu arada otoyol fiyatlarında çok acımasız fransızlar. Yakıttan daha fazla otoyol ücreti! Ben başka birşeyi farkettim. İtalyanlar ve fransızlar devlet sınırını iklime göre çizmişler. İtalya sınırında t-shirt yetmekte iken fransaya girdik, girer girmez 15 km. uzunluğunda bir tünel, çıktık, donuyoruz. Nazar edene at nalı girsin, arabanın kaloriferi muhteşem! Kapattıktan sonra baktık hala sıcak içerisi, camları açtık! Lyon'a kadar yağmur durmadı ama buğudan eser yok ön camda.

Lyon şehir merkezine vardık, üzerimizi değişip merkeze gittik. İnterneti olan bir yerde hem karnımızı doyurup hem de işlerimizi hallettik. Bizi merak eden, desteğini esirgemeyen arkadaşlarımızın olduğunu bilmek, yazılanları okumak müthiş bir duygu. Tabi bir de yakın olduğunu sandığım ama olmadığını anladıklarım.. Neyse uzun hikaye. Ama yazan, yazdıklarımızı okuyan, destek veren, telefonla arayan, mesaj atan.. Süper insanlarsınız bee! Lyon'dan yola çıkarken " What if god was one of us" radyodaydı..

Aşırı yağmurdan dolayı pek birşey anlamadık Lyon şehrinden. Şimdi ise Paris'e doğru yoldayız. Açtım netbook'u, bir taraftan fransız şarabımı yudumlayıp diğer yandan yazı yazıyorum. Hava açtı. Çok keyif alıyorum çok! Bu arada hiç bahsetmedim ama aşırı teknolojik oldu bu araba. 2 netbook, 2 GPS, inverter, kamera, fotoğraf makineleri her çeşitinden, dokunmatik ekranlı telefonlar havada uçuşuyor.. püf! Kalan şehirlerde daha fazla vakit geçirmek için bugünün çoğu yolda geçti. yani yazacak çok birşey yok. Gerçi yolda olmak çok daha zevkli benim için.

Yazının buraya kadar olan kısmını yazdıktan sonra Olcay yazmak ve uyumak için arkaya geçti, Uğur şöför koltuğunda, ben ise co-pilot..Biraz dayanıp uyku moduna aldım kendimi, malum 5-6 saat araba kullandıktan sonra 22 saat uykusuzluk, üzerine de fransız şarabı..Gözümü açtığımda Paris'e varmıştık. Arabada yatma sırası bendeydi. Bir de gece 15-20 dakika boyunca burnum kanamasaydı...

olcay / 20 eylül


Yine Roma'da olduğu gibi Paris'te de geç vakitte Eyfel'e yürüyüş mesafesinde bir otele yerleştik. Bu sefer Bahtiyar karavanda kalacak. Sabah erken kalkıp dolaşma düşüncem var ama Paris'e bizden bir kaç saat önce gelen Didem'den mesaj alıyorum. Bahtiyar'a gidip bakana kadar gelmiş bile. Koca gün Paris'teyiz. Didem'le ilk önce Eyfel yanında fransız kuruvasanıyla kahvaltı yapıp söylene söylene, aksıra tıksıra Eyfel'in altıyüz küsür basamaklı yarı seviyesine kadar bir solukta çıkıyoruz. Sabah serinlinliğinde beni oldukça terletti. İç kısımda terimizi kuruturken bir yandan da laflayıp kahve içiyoruz. Vaktimiz pek olmadığından çabucak panaromik turdan sonra, 5 dakika 23 saniyede bir çırpıda yere doğru merdivenlerden iniyoruz pek çok çektiğimiz fotograflarla birlikte. Didem, Paris' te doğup uzunca bir süre burada yaşadığından etrafı karış karış biliyor ve sıkılmadan rehberlik ediyor. Yalnız anahtarlarını almak için bir süreliğine ayrımak zorunda. Metro sistemini ve mezarlığı tarif ettikten sonra gidiyor. 5-6 durak sonra metro çıkışındaki ünlü mezarlığa ulaşıyoruz. Hemen girişte bir bayan mezarlık haritası satıyor, alıyoruz tabiki. Çünkü vakit sınırlı. Bugün görmek istediğim sadece Jim Morrison var nedense. Mezarı bir 3-4 mezarın arasına sıkıştırılmış gibi, kalabalık ve bariyerler var. Kısa bir video ve fotograflarını çektikten sonra çıkışa doğru gidiyorum fakat başka bir metro istasyonunda sözleştiğim Didem birden karşıma çıkıp şaşırtıyor. İstanbul'un ulaşımı olsa herhalde akşam için sözleşirdik. Hemen kalan vaktimizi de değerlendirmek üzere ilk önce yemek için bir restorana götürüyor. Muteşem midyeli bir yemek. Kara orta boy bir tencere ağzına kadar midye dolu. Yanında da kırmızı şarap. Midem ve keyfim bayram ediyor. Uzun zamandır bu kadar lezzetli yememiştim. Şarap onlara göre vasattır sanırım ama bizim gibi genelde şaraba ağzı bozuk olana en iyisi gibi geliyor. Dükkanda şişesi 3 euro, 1 şişe alana 2. de bedava. Dönüşte alacak çok şişe var. Yemek sonrasında Notr Dam kilisesi. Çok yürüdük, oldukça yorgunum. Bahçesinde oturmayı tercih ediyorum sadece. Oldukça kalabalık, burada da içeriye uzunca sıra var. Biraz dinlendikten sonra bir koşu karavanı bıraktığımız sokağa gidiyoruz. Sağ arka lastik yarısına kadar inmiş durumda. Bahtiyar, hemen değiştiriyor. Vida batmış. 5 gibi yola çıkarız yize düşündük ama yine gecikiyoruz. Ayrıca bakımda yapmadık hala. Didem tanıdıklarına tamirhane soruyor. Yakındaki bir yere gidiyoruz yağ var ama değiştirmeye bile randevü olmadan yapmam diyor “usta”. Neyse, bir benzinlikten yağ aldık ve yola koyuluyoruz. Rotamız Büyük Krallığa geçiş için Calais limanı. Yaklaşık 300 km yolumuz var. Bakımı sonraya bırakıp, 00:30 gibi Calais limanındayız. Biletleri alıp, pasaport konturolüne gidiyoruz hemen. C tipi iş vizelerimiz olduğundan pek oyalamıyorlar ama aracımız ve vizelerimiz tam ters orantılı. 01:50 de feribot kalkacak.

20 Eylül 2011 Salı

bahtiyar / 3.gun


Gözünü Roma'da açmak filan diye şekilli giriş yapabilirdim ama doğruyu söylemekte fayda var.. Saat 04:45 - 05:00 arası yaklaşık 10-15 araba, tahminimce ışıklarda uyuyakalan bir şöförü kornaya uyandırmaya çalıştılar. Bu şekilde uyandım ilk :) Asıl uyanmadan sonra otel sahibi nin kruvasan-kahve kahvaltı ikramını kabul edip doktoru uyandırdık. Biz Olcay'la kısa bir tur atarken o da işlerini halletti, çıktık yola. Ver elini Porta Pia, Teatro dell' Opera, Santa Maria Maggiore, Giardini Piazza Vittorio, Palazzo delle Esposizioni, S. Pietro in Vincoli, Colosseo ve bilumum tarihi turistik mekan.. fotoğraf çekmesi, gelip sohbet etmesi, barış işareti yapmaları.. Roma'da meşhuruz kısaca. En sonunda attık kendimizi Vatikan'a. Giydik uzun donlarımızı, hacı olacağız ya hani :)

Müthiş mimari, tek başına eşsiz bir sanat eseri. Heykel, resim, mimari.. Hepsinden fazlasıyla nasibini almış. Tepeden de bir manzarası var, inanılmaz! Benim dönüşüm biraz garip oldu, arabanın yanında 14:30'da buluşacaktık, ben çıkarken birisinin klostrofobisi tutmuş, tıkandı merdivenler, tepede 5 dakika kalıp geri dönüş merdivenlerini koşarak inmeye başladım.  Sanırım pek alışılagelmiş bir durum değildi, güvenlik durdurup üzerimi aradı! Cepçi ya da kapkaççı sandılar heralde. Medeni bie avrupa ülkesinde, hele hele Vatikan'da hırsız ne arar diye düşündüm bir an. Yanıldığımı arabanın yanına gidince anladım. Birisi arka kapıyı (bagaj) zorlamış, kilidin içine tornaviida benzeri bir cisim sokmuş! O esnada sadece zorlayıp denemişler diye düşünmüştüm ama işin boyutu denize girmek için durduğumuz Santa Marinella'daki Banzai Green Camping'de ortaya çıktı. Kopukluk olmasın, Vatikan'dan çıkıp direk yola düştük, yolda Olcay sağ kapı kelebek camının kırık olduğunu farketti. Kamp alannına indiğimizde ise kelebek camının menteşesinin bilerek kırıldığı, ordan tornavida benzeri bir aletle klebeğin yerinden çıkarılıp içeri girilmeye çalışıldığını farkettik. Boyada zarar, kelebek işlevsiz.. Çok canım sıkıldı çok! Müdaadenizle yazıma burada bir şiirle ara vermek istiyorum:

Ulan Vatikan'daki ibne hırsızlar
Size bir soru sorabilir miyim?
Ne istediniz kelebek camından
Mahsuru yoksa öğrenebilir miyim?

İçeride 3 çanta, en fazla kirli donlar
Ne bulacaktınız sanki? 5 milyon dolar?
Bir kilidi açamayan gerizekalı hırsızlar
Belli, babanız çok, birisi ben olabilir miyim?

Şair bahto derler benim adıma
Selam söyle o muhterem anana
Seni gördüğümde vites topuzuna
Kuru kuruya oturtabilir miyim?

Neyse kamp yerinde hemen üzerimizi değişip denize.. İşin açığı benim pek hoşuma gitmedi deniz. Çok taşlı. Ayakta durulmuyor, sığ olduğu için yüzülmüyor da.. Elim ayağım her tarafım kesildi. Doktor daha fena kesmiş, hemen orta büyüklükte bi pansuman yaptı kendine. Hani yeni doktor ya, hevesli tabi. Kamp yerinden çıktığımızda bütün neşemiz yerine geldi. Yol üzerinde bir markete uğradık, aldık malzemelerimizi, mis gibi sandviç. Eee sürekli pizza da yenilmez.

Yeniden yola koyulduk. Livorno'ya direksiyonda girmek isteyen uğur muradına erdi. Park etme konusunda çalışması lazım bence. Tamam olabilir, park edemiyorsundur, peki esrarkeş-hapçı Pakistanlı çaçaları neden musallat ediyorsun be adam? Livorno stadını sormaya gittiği dükkandan bi çıktı elemanlar dışarı, tipler bozuk, gözler kayık.. Çizdiriyoduk onun yüzünden kestaneyi. Arkadan bi Türk dönerci koşarak gelip "abi uzaklaşın, bulaşmayın" dedi, biz topuk! Araya araya bulduk stadı. Hiç benim beklediğim gibi değildi açıkçası. Stadın dışından, etrafından veya herhangi bir yerinden hangi takıma ait olduğu belli olmuyor. Hemen yanıbaşında evler filan. Ve özellikle dış yüzeyi aşırı bakımsız! Artık tek bir aksesuarı var, o da Buswagen sticker'ı. O esnada doktor başladı yok hediyelik soralım, yok belki yerlerde bilet buluru filan, dinlemedik bastık Pisa'ya doğru. Gece saat 22:30, benzinlikler bile kapalı, sadece bela var sokaklarda, hediyelik.. Adamların tipini görsen kafa derim karısına hediyelik kemer olur!

Saat 12'ye gelirken Pisa'da kulenin yamacındaydık. Fotoğraf filan.. Ben size söyleyim, devrilecek o. Mimar son geceye bırakmış çizimi, unutmuş birşeyleri. Çok belli! Neyse bulduk taş gibi manzarayı, dedik bari kısa bi kamp yapalım. Çektik daha bi yakınına; sandviç, kahve.. Nasıl keyifli ama! üvenlik gelip ne yaptığımızı sordu. Çay - kahve içiyoruz dedik. Baya bi şaşırdı, şaşırdığını belli etti ve gitti.Biz 15-20 dakika daha oturup toparlandık, yola çıkıcaz, sokağın başında 2 polis arabası etrafımızı çevirdi. Işıkları yaktılar gözümüze! Pasaportlar alındı! Elemanlarda sıfır ingilice. Gelip tek tek "you are turist?" diye soruyorlar. Değişik tek soru "where you sleep?" oldu. Biraz karmaşık şekilde cevap verdim. "Ha you are turist" deyip gitti. Bi 15 dakika bekletip gittiler, böylece 3. gün de bitti.

olcay / 19 eylül


Sabah 6 gibi Bahtiar direksiyona bende uyumak için arkaya geçiyorum. Bugün sürekli yol almamız gerekli. Daha Fransa'ya girmeden sınır otoyolunda Fransız' lar hoşgeldin bileti veriyorlar. 49.10 Eur. Hoşbulduk Sarkozy. Yolumuz üzerinde Lyon var. Temiz, düzenli ve yeni bir şehir. Dinlenmek, yemek ve internet için bir alış veriş merkezine gidiyoruz. Bir yandan atıştırıp bir yandan da maillerimize bakıp fotograf yüklüyor herkes. Hemen yorumlar geliyor arkadaşlarımızdan. Onlar sıkıcı ofislerinde çalışıyorlar, biz avrupada yolda 4. gündeyiz. Paris' e 450 km yolumuz var. Sanırım gece 11 gibi Paris'te oluruz. Hemen bir hostel ve otel bulup dinlenmemiz gerekli. Karavan 3000 km' yi bitirdi artık bakım yapmamız gerekli. Benzin istasyonlarında kullandığımız madeni yağdan yok. Motorda hiç sorun yok ama yarın mutlaka yağı değiştirmemiz gerekiyor. Yarın tüm günü Paris'te geçireceğiz.

olcay / 18 eylül


Karavan için dün akşam bıraktığımız yere otopark parasını ödedik ama vakit kaybetmemek için Colossoe yakınına araçla birlikte gidiyoruz, sabah aldığımız otopark bileti her yerde geçerli. Tam bir tur atıp bol bol fotograf çektikten sonra Vatikan' a gidiyoruz. Listemize bir ülke daha ekledik şimdi.Vatikan'da da yorucu merdivenlerden sonra soluk soluğa vardığımızda karavanın kilitlerinin kurcalandığını fark ediyor Bahtiyar. Bu sıcakta canımız sıkılıyor ama ucuz atlattık aracımız sağlam ve çalınan her hangi bir şeyimiz yok. Yola çıkınca sağ kelebek camınında zorlanarak menteşesinin kırıldığını gördük. Endişemiz bundan sonra biraz daha artıyor. Her gittiğimiz yerde artık daha da dikkatliyiz. Yavaş yavaş Roma'dan ayrılıyoruz. Rotamız ilk önce Livorno sonra Pisa. Roma dışında biraz serinlemek ve soluk almak için deniz kıyısında mola verdik. Sezon sonu olduğundan ortalık çok sakin. Deniz suyu çok güzel ama sahil çok taşlı ve sığ. Kısa sürede denizden durduğumuz plaja geri döndük. İştemeci bayanın oldukça ilgisini çekti karavanımız, rotamız hakkından biraz lafladıktan sonra yola koyuluyoruz. Livorno'ya vardığımızda geç olmuştu, vakit kaybetmeden Livorno futbol takımının maçlarını oynadığı stadı biraz aradıktan sonra buluyoruz. Hepimizde biraz hayal kırıklığı var. Beklediğimiz gibi değil. Stat önünde fotograf çekip stickerımızı yapıştırıp yola devam ediyoruz. Oysa ki Livorno forması ve atkısı alacaktık, hevesimiz kursağımızda kaldı resmen. Pisa' da sora sora kuleyi arıyoruz ama bu İtalyanların turistik yerlerde bile ingilzce bilmemesi tuhaf. Zorlukla bulduktan sonra hemen fotograf çekiyoruz zira neredeyse gece yarısı ve yağmur var. Kule bahçe girişine park edip Roma'da marketten aldıklarımızla sandöviç yapıp karnımızı doyuruyoruz. Kahvede iyi geldi. Tam ayrılacakken İtalyan polisleri önümüzü kesiyor 2 araçla birden. İri yarı polisinde pek ingilizcesi yok. Kıt ingilizcesiyle pasaportlarımızı alıp araçlarına gidiyor. Hiç endişeli değiliz bu durumdan çünkü merakını giderecek, bizi sorgulayacak kadar hiç ingilizcesi yok. 10 dakika sonra pasaportlarımızı geri veriyor. Yavaş yavaş yağmurda artıyor, arkaya uyumak için geçiyorum. Bahtiyar direksiyon başında. Gece 2 den sonra direksiyona ben geçiyorum, Uğur arkada, Bahtiyar da yan koltukkta uyuyacak. Otoyol çok düzgün fakat çok tır var. Diğer taraftan sürekli tünellere girip çıkıyorum. Bir saat aralıklarla otoyol üzerindeki benzinliklerde kahve molası verip tuvaletleri kullanıyorum. Artık hava bozuldu, oldukça serin. Sabaha doğru Milano'yu dışından geçtikten sonra Bahtiyar ve Uğur kalkıyorlar.