21 Eylül 2011 Çarşamba

bahtiyar / 5.gun

5'te yatıp 8'de kalkınca günün geri kalanı pek bir mahmur geçiyor. Arabada buluşup plan yapıldı, bu arada Didem geldi, Olcay'ın arkadaşı, akşam 5'te tekrar arabada buluşacaktık. Sonra dağıldı herkes. Ben daha önce birkaç kere daha detaylı şekilde gezdiğim için pek yapacak birşey bulamadım. Daha çok, önceleri gezdiğim yerlerin tadını çıkarttım. Eyfel'e karşı kahve, Champs Elysees meydanında kahve, Notre Dame'da kahve.. Yani her görülmesi gereken yerde fransız aristokratlar gibi oturup sadece baş parmağım ve işaret parmağımla tuttuğum kahvemi yudumladım. Hayal gücü geniş olanlar bu tripleri serinkanlı bir seri katilde de gözlemleyebilirler.

Akşam en son mezarlığı ziyaret ettim. Yılmaz Güney, Jim Morrison ve Ahmet Kaya. Bir de Hugo varmış ama hayal kırıklığıyla öğrendim ki o Hugo ne Viktor Hugo ne de Kanal 6'da yayınlanan Tolga aabinin Hugo'su imiş. Diğerlerinde de herhangi bir ideoloji ya da hayranlık algılamayın, "hazır gitmişken görülmesi gerekenler" olarak tanımladığım için gittim. Jim Morrison'un mezarındaki resmini görünce "ha o muymuş? ne zaman ölmüş acaba" filan dedim kendi kendime. sadece bir arkadaşıyla konuştu ama ben Bir de şöyle birşey oldu, malum herkes oraya ünlüleri ziyarete gidiyor. Ben Jim Morrison'dan sonra çıkışa yürürken yoruldum, bir mezarın yanında da oturma yeriniğ görünce mola vereyim dedim. Çok eski ve neredeyse yazıları okunmayan bir mezardı. Ben de yazık geleni gideni yok heralde filan diye düşünüp üzerini temizledim biraz. O esnada mezarlıktaki diğer turistler benim ilgilendiğimi görünce o mezarın da ünlü birine ait olacağını düşünmüşler ki yollarını değiştirip geldiler, taştaki yazıya bakıp, dönüp bir de bana bakıp geri gittiler. Bu aynı kalabalık bir caddede birisi yukarı bakınca diğerlerinin de merak edip bakması gibi heralde.

Son anda yolları karıştırdığım için biraz geç kaldım arabanın yanına. Gittiğimde farkettik ki lastiğe vida girmiş. Stepneyle değiştirdik, stepnenin havası çok az. Didem süper aksanlı fransızcasıyla tamirci buldu, lastikçi sordu, yardım çağırdı.. ya da sadece bir arkadaşıyla sohbet etti ama benim fransızca bilgim şöför, şantör, sivuple ve mersi'den ibaret olduğu için o sonuca vardım. Neyse bindik arabaya, önce benzinlik sonra Didem'i bırakıp ver elini Calais! Hani Londra'ya gidicez ya ona mahsuben. Hani Paris'ten trenle gidecektik değil mi? Hah, Olcay araştırmış, 185cm'den yüksek araçları almıyorlar. İstanbul'dan çıkmadan alçaltsaydık arabayı dibine kadar olurdu belki. Sessiz sakin bir yolculuk oldu Calais'e kadar. Benim arkada otururken tek eğlencem Doktor'un kafasının neredeyse vites koluna kadar eğilmesi, uyanıp doğrulması, sonra yeniden eğilmesiydi. Calais'e vardık, tünel geçişi için bir asgari ücretten biraz fazla bir ücret istedikleri için tekrar feribota dönüş yaptık. 01:50 feribotu için sıraya girdik. Çok isterdim oraları da anlatmayı ama pireler uçuyordu çoktan. Malum kaç saatin yorgunluğu uykusuzluğu. Gün içinde 2 kere daha kanadı burnum. Hayırdır inşallah?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder