27 Eylül 2011 Salı

ugur / Londra - Dublin

                  Öğleden sonra 16.00 gibi Londra merkezdeydik.
Karavan ile uzun bir şehir turunun ardından (olabilecek ve fotoğraflanacak hemen her büyük yapının yanında karavanı fotoğrafladık) otopark arayışına girdik hem bulmak zor oldu hem de pahalılığı bir kenara koyun 1.90 cm kısıtlaması yüzünde birkaç yere sokamadık kendimizi.
Akşam 20.00 gibi Trafalgar ve Picadilly Circus çevresini mesken tuttuk. Önce Çin Mahallesinde aldık soluğu. Benim damak tadıma pek de uymasa da oldukça yüklü bir Çin yemeğinin ardından gezintiye devam ettik. Gerçekten çok hareketli bir şehir burası. Her köşe başında br atraksiyon & animasyon bulabiliyorsun. Zaman fakiri olduğumuz için 24.00 e doğru Dublin dönüşü daha ayrıntılı bir şekilde hakkını vermek üzere metro ile ayrılıyoruz Londra’dan. Heathrow 1. Terminal’ e ulaşıyoruz. İn-cin top oynuyor. Sınırlı sayıda bankta yolcular tarafından tutulmuş durumda. Olcay 4. Terminal’e gezmeye gidince biz ikimiz de kapanmış bir kafenin sandalyelerini birleştirip kestiriyoruz biraz. Şimdiki ayrıntıya dikkat: Polis var polis var. Herhalde bizim ülkemizde olsa cop ile dürtüp. ‘Gardaşım burası yatak odası mı Galk Git burdan’’ deyip kovalardı. Burada özür dileyip uyandırıyor. Nereye gideceğimizi ve saatimizi sorup uçak kalkışından 1 saat önce check-in işlemlerimizi tamamalamamız konusunda hatırlatmalar yapıp, iyi uykular deyip tekrar dolaşmaya devam ediyor. Ben dumur içinde uzanıyorum. Bahti uyanmıyor bile.

06.45 uçağı ile 50 dk lık uçuşun ardından Dublin..............

         James Joyce’u bilen veyahut az da olsa okumuş olan biri için daha anlamlı bir şehirdir burası. The Dubliners, Ulyess de anlatılır durur uzun uzun. Kendisinin de tarihe ‘’ Ölümümden sonra kalbimde Dublin yazacak’’ diye kayıt düştüğü şehirdir burası.
Benim için de beklenen, uzaktan sevilen, ulaşılmayı bekleyen, üstüne üstlük Kelt kültürünün ağırlığını taşıyan  bir şehir idi. O yüzden bu yolculuğun en önemli odağı idi.
                 Periferden otobüs ile şehir merkezine usulca, düzenli, tertemiz yollardan ulaştık. Şehre indiğimizde soğuk kendini iyiden iyiye hissettiriyordu. O’Connell meydanına vardığımızda Fallik bir obje gibi yükselen Dublin Spire göze çarpıyordu. İnternet sorununu çözdüken sonra keşfe başladık bir süre gezdikten sonra  açlığımız galip geldi ve hemen meydana yakın bir yerde güzel bir restorana girdik. Londra’da dün yiyemediğim Fish&Chips ile bir sebze tabağı aldım. Gerçekten de her ikisi çok lezzetliydi. Sonrasında Dublinin simgelerinden ve dünyanın en lezzetli biralarından biri olan Guinness’in fabrikasını gezmeye gittik. Bu arada 22 Eylül Guinness birasının mucidi Arthur Guinness ‘ e adanmış. Bu yüzden şehirdeki tüm barlar günü, Arthur’s Day olarak kutluyor ve tüm kadehler 17.59 da onun için kaldırılıyordu. Bizdeki tesadüfün de böylesi işte. Tam gününü bulduk 360 gün içinde. ( Konser-etkinlik araştırmasını yaparken Dublin’i kıymetli bulup sona bıraktıktan onra unutmuş olmak laf yememe sebep omadı değil, suçumu kabul ediyorum) Fabrikayı geziyoruz. Bu gün içün hazırlıklar, merkez olan bu binada harıl harıl sürüyordu ve ziyaretçiler akmaya devam ediyordu. Bir ara ben kendimi sıranın birinde buldum.  Guinness’i bardağa doldurma eğitimi bu . O kadar yoğun ki doldurduğunuzda bardağın dibindeki akımı izlemek bile büyük keyif vermekte insana. Sertifikamı cebime koyup son kattaki partiye çıkıyoruz. Kadehler Artur’a kaldırılıyor. Bir süre daha orada kalıp eğlenceye katıldıktan sonra fabrikadan ayrılıyoruz. Ama millet ulam ulam gelmeye devam ediyor. Ardından belli bir saatte tekrar buluşmak üzere üçümüz ayrılıyoruz. Olcay çok yorgun olduğundan dinlenmek için bir yer arayacaktı. Bahtiyar ise sokakları keşfe çıkacağını söyledi. Ben de James Joyce Centre’ a gidecektim. Gidişim 17.15 i bulunca gidemedim tabii . Bilgi vermekte biraz daha fayda var. Burası bir kültür sanat merkezi. Esas müze Şehrin 8-10 mil dışında ve senenin belli aylarında açık. (Nisan-Ağustos arası gibi hatırlıyorum) şu durumda zaten gezmek mümkün değildi. Ardından nefis bir caddeyi aykırlayıp Irish Bar seçmeye koyuldum. Dublin Rugby takımının bayrakları ile süslü ‘’ O’Reilly’ s Deer Head ‘’i seçtim. Girdiğimde herkes neredeyse bana selam çakıp kadehini kaldırdı. Ben de milletin arasından geçip barın yanına oturdum. Çok enteresan bir yer 20 yaşında da müşterisi var 80 yaşında da. Fonda Irish Folk müziği çalıyor. Televizyonun birinde at yarışı diğerinde Rugby maçı var. İnsanlar gülüp eğlenip dans ediyorlar. Bir arada içeri bir kadın girdi ve kocası olduğunu düşündüğüm adama bağırmaya başladı. Adam, karısını dinledi ve dinledi. Ardından birasından derin bir yudum alıp hiçbirşey söylemeden ortaya çıktı Polka yapmaya başladı. Kadının siniri daha da artmışken çevredeki babaanneler kendisini yatıştırdılar. Sonrasında ben ayrılırken el ele diz dize oturuyorlardı. Barmenlik zor iş sürekli birileri gelip gelip bişeyler anlatıp o da dinlermiş gibi yapıyor. Bana da arada işaret ediyor dinlermiş gibi yaptığını. Gülüp geçiyorum. Çıkarken bir bira parası eksik alıyor bu Arthur’dan deyip, çektiğim fotoğraflar için adresi yazıp veriyor göndermemi istiyor. Eğer sonuçlar makaralardan tatminkar çıkarsa çılgın 70 lik teyzenin fotoğrafını büyültüp yollayacayacağım barın amblemi olan Geyik Kafasının yanına asmaları için...
                    Akşam 8.30 gibi Bahtiyarla buluşuyoruz. Irish Bar gezintisine devam Darkey Kelly i seçiyoruz bu sefer. Burası da eski barlardan biri. Girdiğimizde afişlerini bugün tesadüfen alakasız bir yerde gördüğüm Irish Celts sahnede. Gitar ve Bonjo’ya çok hakimler vokal ise Tom Waits-Orson Wells arası bir yerlerde. Varın siz düşünün  müziğin güzelliğini. Ayaküstü muhabbet edip yerel bira ve Whiskey lerden tattıktan sonra Olcay’ı almak için birkaç saatliğine dinlenmeye çekildiği hosteline gidiyoruz. Sokaklar cıvıl cıvıl binlerce insan Artur G. için toplanmış gibi sanki. Çok başarılı sokak müzisyenleri var buranın. Bazıları ile tanışıp muhabbet ettik. Paralı-parasız demo kayıtlarını-albümlerini aldım. Hostele dönmeden önce karnımızı doyurmak için bir burgerciye uğruyoruz. Rocket Burger. Bahti ile hayatmızda gördüğümüz en kalın  hamburgeri yiyoruz. Daha doğrusu yemeğe çalışıyoruz. Fazlasıyla doyurucu geliyor. Ardından nehir manzaralı yolun yanında sıyrılıp hostele varıyoruz. Eski bir bina bu, çok iyi düzenlenmiş ve restore edilmiş. Olcay’ı alıp taksi ile havaalanına gidiyoruz. Ve o kadar yorulmuşuz ki banklara yığılıyoruz. Su yüzü görmeyeli 3-4 gün oluyor heralde.
           23 eylül sabahı oluyor. Bugün doğumgünüm...
Bugünü Dublin’de geçirmek istediğimi Bahti ile Olcay baştan beri biliyorlardı ama programın aksayacağından dolayı mecburen Edinbrough ya gidecektik. Sırada lak lak ederken ve kapılar açıldığında fark ettik ki biz çıkış damgasını almadık. Hemen koşa koşa girişe gitmeye başlıyoruz ama mesafe çok uzun bizi önce bir yere yönlendiriyorlar. Orada benzer durumdan muzdarip bir Afro-Amerikalı ile karşılaşıyoruz. Her yer kapalı ve çıkamıyoruz o kattan. Seseleniyoruz çıkan görevli de yok üstelik. Sonrasında bir kadın görevli çıkıp bize kapıyı açıyor. Gidip imzaları almak için tekrar aynı prosedürlerden geçip, taranıp içeri tekrar giriyoruz. Bahti önden gidiyor, Olcay arkadan ben de en arkadayım. Ayağım, malum parmak arası terlik deneyiminin ardından taş kesikleri ile dolu olduğu için koşamıyorum. Shuttle a atlayıp geldiğimde Bahti ve 2 İskoç kızın cam kenarında somurttuğunu görüyorum. Zamanında gelinmesine rağmen bi sebepten ötürü kapanmış ve açmamışlar. Şimdi problem Olcay... O yok.  Benim önümdeydi ama yolda görmedim. 5-10-15 dk bekliyoruz eser yok. Gidip anons yaptırıyorum. Yine en başa  kadar gidiyorum Bahtiyi çantalarla bırakıp. Ve karşıdan Olcay koşarak geliyor. ‘’Hadi koş yetişelim’’ diyor ve ben de hafif tebesümlü bir ifade ile ‘’ Abi herşey için artık çok geç’’ cevabını alıyor benden. Havaalanında olup da uçağı kaçırma örneğinin bi başka benzeri varmıdır bilemem ama yaptığımız tam ‘’Şapşallık’’ orası kesin. Ardından bara geçip hem dinlenip hem de plan yapıyoruz. Bu saçmalığın verdiği şapşallığı üzerimizden atmaya çalışıyoruz. Bu arada Olcay Jameson ve Guinness leri getirttirip bu arada doğumgünü kutlamasını da aradan çıkarıyoruz. Saat 07.45’de :)
Birkaç saatlik dinlenmenin ardından öğle yemeği için tekrar Dublin’e iniyoruz. Bu arada kendi adıma hala Dublin’de olmaktan en ufak bir rahatsızlık duymuyorum tabii. The CHURCH diye bir mekan gidiyoruz. Adından da anlaşıldığı gibi bir kilise burası. Artık ibadet amaçlı kullanılmıyor. Restore edip binaya bir çeki düzen verildikten sonra restoran haline getirilmiş. Geleneklsel İrlanda yemeği yemek istiyoruz. Önce kahverengi İrlanda ekmeği ve tereyağı geliyor ardından enfes bir sebze çorbası. Ortaya kalamar salatası söylüyoruz kendim özel soslu beef Strognoff a benzer bir et yemeği söylüyorum. Bu  da çok doyurucu geliyor zar zor bitirebiliyorum (ki bu benim !!)
Ardından arkadaşlar yorgun olduklarından havaalanına dönüp dinlenmeyi tercih ediyorlar. Ben ise Dublin’in tadını biraz daha çıkartmak için sokaklara düşüyorum. Önce bir Irish Coffe içmek için En eski barlarından birine giriyorum Dublin’in. Temple Bar. Burayı da biraz açayım sana. Temple Bar hem özel bir barın ismi hem de zaman içinde o bölgenin ismi haline gelmiş. Yani Temple Bar nereye düşer hemşerim diye sorar isen. Zaten buradasın cevabını alırsın , ardından 2. Kez sorduğunda sana tarif edecektir. Gelelim mekana, Çok meşhur bir yer burası, çok da eski 1800 lü yıllara uzanıyor. Öğle saatleri olmasına rağmen tıklım tıklım. Bahçesinde de diğer bölümde de yer yok neredeyse. Tabure çekip sahneye yakın bir yerde hem kahvemi içip hem müzik dinliyorum. Ambiyansı harikulade. Şu anki en uzun sahnede kalıp şarkı söyleme guinness rekoru bu senenin başlarında burada kırıldı. İrlandalılarla biraz daha sohbet ettikten sonra  müziğe de doyup vuruyorum kendimi sokaklara tekrar. Biraz yol yapıp şehrin diğer uzak mahallerine doğru yol alıyorum. İkisi gelmediklerine pişman olacaklarını rahatlıkla söyleyebilirim. O kadar güzel ve tarihi bir görünümü var ki... Bilerek ve isteyerek sokaklarda kayboluyorum.
Klasik bir soru olan ‘’ İstanbul olmasa nerede yaşamak istersin ? ‘’  sorusunun cevabı benim için Dublin’dir.
Edinburgh seferini iptal edip ilk uçakla Londra’ ya dönüyoruz.
Akşam 22.30 Londra....


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder